9 Ağustos 2015 Pazar

SERVET YAP BİR OMLET (ROMANTİK KOMEDİMSİ)

Servet mutfakta bir yandan omlet yaparken, bir yandan da salonda bulunan televizyonun sesini iyice açmış haberleri dinliyordu. Çok dikkatli dinlediği söylenemezdi ama arada sırada ilgisini çeken şeyler duyduğunda hareketsiz durup anlamaya çalıştığı oluyordu. Çamaşır suyu bulaşmış pembe tişörtü, beyaz şortu, kahverengi çorap ve sarı banyo terlikleriyle yeterince sınırları zorlayan Servet’in, bu dikkat kesildiği anlar estetik kaygıya sahip bir insanı dehşete düşürebilirdi.   Servet baharatlığa uzanıp, karabiber sandığı kimyonu aldı ve az evvel çırptığı yumurtanın içine boca etti. Tereyağını tavada erittikten sonra, peynirleri kavurmaya başladı. Bu sırada televizyonda meclisteki grup konuşmalarından bölümler verilmeye başlanmıştı. İlk olarak Başbakan Davutoğlu’nun konuşmasından bölümler aktarılmaya başlandı. Servet çirkin terliklerinin çıkardığı, çirkin sesler eşliğinde tezgâhtaki yumurta kabuklarını alıp mutfak balkonuna çıktı. Balkonun manzarası boş bir araziye bakıyordu, hemen ileride bir inşaatın temelleri atılmış vaziyette aylardır bekliyordu.  Esneme hareketleri yapıp, manasızca etrafı süzdü, uzaktan bir ses işitir gibi oldu, kulak kesildi ve sonra tekrar esnedi, yumurta kabuklarını kenardaki çöp sepetine attı. Tekrar içeri girerken çirkin terlikleri yine o çirkin sesleri çıkarıyordu. Servet, çırptığı yumurtayı güzelce tavaya döktü. Televizyondan gelen ses bu kez CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na aitti. Servet bir müddet hareketsiz kalıp, salondaki ekrandan gelen sesi anlamaya çalıştı. Kılıçdaroğlu: “Karadenizliler yiğit adamlardır, bir şey söyledi mi arkasında dururlar” diyordu. Servet tahta kaşıkla tavayı karıştırarak hareketsizliğine son verdi. Omlet hazır sayılırdı, ocağın altını söndürdü. Diklemesine dörde böldüğü salatalıkları, portakal suyunu ve poşetteki ekmeği alıp salona gitti ve televizyonun karşısında yere serdiği gazetelerin üzerine koydu. Tekrar mutfağa döndü, omlete baktı, kafasını tavaya yaklaştırıp, gözlerini kapatıp, ımm ımm diyerek omleti büyük bir şevkle kokladı. “Ağzıma layık doğrusu” demeyi de ihmal etmedi. Gerçi koklarken öyle ımm ımm diye sesler çıkarmasını gerektirecek bir koku almamıştı, hatta koku bile almamıştı. Ama işte o da yemek yapan adam ritüelini gerçekleştirmeye can atıyordu.  Ocağın yanındaki çekmeceden bir adet çatal ve hemen tezgâhın üzerinde duran tuzluğu aldı. Ellerini rahatlatmak için tuzluğu cebine koydu ve tavayı alıp içeri geçti. Tavayı sofranın ortasına yerleştirdi, çatalı içine bıraktı. Tam oturmaya hazırlandığı sırada kapı çaldı. Dizleri bükülmüş, yarı oturur, yarı ayakta bir vaziyete üç beş saniye bekledi. “Kim bu şimdi ya” diyerek gönülsüzce kapıya yöneldi. Kapıya gidiş süresi uzun sürmedi ama kapı üç kez ısrarla çaldı. Servet minik mırıltılar şeklinde duyulan küfürler eşliğinde elini kapının koluna attı. Kapıyı açtığındaysa karşısında hiç beklemediği birini gördü. Servet’e kapıyı açmadan önce kapıdakinin kim olduğunu haber veren bir güç olsaydı, o kapıyı açmadan önce muhakkak üzerindeki çirkin kıyafet kombinasyonu “daha az çirkin” hale getirecek bir şeyler yapardı. Kapıyı açıp karşısında apartmanın en güzel kızını bulan Servet, kızın karşısında ne bulduğunu düşünmek bile istemiyordu. Servet şapşal bir gülümseme ile “ buyurun” dedi. Kız, “Merhaba, ben Demet, üst kat komşunuzum” dedi. Servet içinden, “biliyorum canikom, biliyorum, üst kat komşumuzsun, apartmanımızın gülüsün, çiçeğisin” diyordu. Kız devam etti: “ya kusura bakmayın, yemek yapıyorduk, sonradan fark ettik ki tuz kalmamış evde, markette biliyorsunuz epey uzak, üşendik gitmeye, sizden rica edelim dedik.” Servet, Bruce Wilis’in gülüşünü taklit etmek için sol gözünü kısıp, dudağındaki gülüşü de sola kaydırdı. Bu haliyle daha ziyade Çoşkun Sabah’a benzemişti ama farkında değildi.  Kız, mahcup bir edayla, “şey yani varsa biraz tuz isteyecektim” dedi. Servet istem dışı üzerini yokladı ve yine istem dışı bir hareketle şortunun cebindeki tuzluğu fark etti ve yine istem dışı ani bir hareketle cebinden tuzluğu çıkarıp kıza uzattı.  Kız da bu ani hareket karşısında nutku tutulmuş bir vaziyette tuzluğu aldı. Servet, “Allah’ım ne kadar saçma bir şey oldu öyle” diye içinden geçirdi. Kız, şaşkınlığını gizlemekte zorlandı, karşısında cebinden tuzluk çıkaran bir adam duruyordu. Şaşkınlığı yüzünden okunuyordu,  uzun süren sessizliği tedirgin bir tebessümle “teşekkür ederim” diyerek bozdu. Servet, kapı aralığından kız merdivenlerden üst kata çıkana kadar baktı. Tuhaf duygular yaşıyordu, nasıl bir durumun içinde olduğunu pek kavrayamıyordu. Kız acaba ne düşünüyordu, olayları nasıl algılamıştı ve tuzluk ne ara cebine girmişti? “Neyse” diyerek elini savuşturdu ve kapıyı örttü. Salona girdiğinde ev arkadaşı Rüstem’i gördü. Sofraya oturmuş, omleti yiyordu. Servet büyük bir şaşkınlıkla, “Sen ne zaman geldin, okulda değil misin oğlum sen?” diye sorudu.  Rüstem, bir yandan omlete ekmeğini daldırıp bir yandan da cevap verdi: “Geldiğimde mutfakta balkondaydın, merhaba dedim ama duymadın galiba, içeri oda da uyumuşum biraz, bu arada kimyonlu omlete de bayılırım ama buna biber de koyacaksın azıcık, daha iyi olur.” Servet, cıyaklayan terliklerini öttüre öttüre sofraya doğru yürüdü, omlete ve daha sonra Rüstem’e baktı. Nazarını Rüstem’e yoğunlaştıran Servet, “ne kimyonu la?” dedi. 

29 Mart 2015 Pazar

Bir gece yarısı rüyası...

Çok derin bir uykuya dalmıştı. Rüyasında yağmurlu bir gecede, bir sokak ortasında duruyordu. Gökyüzüne baktığında yeşil bulutları yararak süzülen ayın ışıklarını görebiliyordu. Derin derin soludu. Sakince yürümeye başladı. Çok uzaklardan köpek sesleri geliyordu. Üzerinden bir gölge geçtiğini hissetti/sandı. Adımlarını hızlandırdı, kapalı bir yer bulursa girmeyi düşündü. O niyetle kaldırım kenarına yanaştı, kenarda apartmanlar vardı. Apartmanlardan birine yaklaştı, kapıyı zorlamayı düşündü. Ama kapısı yoktu. Bütün sıra boyunca tek tek baktı ama hiçbir apartmanın giriş kapısı yoktu. El yordamıyla yokluyordu ama nafile. En son yokladığı apartmandan bir adım uzaklaştığında oranın aslında yüksek bir duvar olduğunu fark etti. Geldiği yolu geri dönmeyi düşündü. Sonra önüne doğru baktı, uzaklardan geçen arabaların farlarını görüyordu. O yöne gitmeyi düşündü. Duvar kenarına adeta yaslanarak yavaş yavaş yürüyordu. Birkaç kez bazı sesler duyar gibi olmuştu, seslerden ürktüğü için hafifçe hızlanmaya karar verdi. Onu takip eden birileri olduğunu düşünüyordu, arkasına dönüp bakmaya cesaret edemedi, hızlı adımlarla yürümeyi sürdürdü. Arkasındaki şeyin nefes alış verişlerini duyuyordu. Sonra kendi nefesini tutmasıyla gelen sesin kaybolduğunu fark etti. Kendi soluğundan korkmuştu. Bu durum onu çok rahatlatmış sayılmazdı. Bir an evvel aydınlık ve kalabalık bir yere varmayı ya da sığınabileceği kapalı bir yer bulmak istiyordu. Duvar kenarında yürümeyi sürdürüyordu. Biraz sonra, ileride önünde bir beyazlık fark etti. Yavaşça yürümeyi sürdürdü. Ne olduğu anlamaya çalışıyordu, beyaz bir poşet, çanta vs olabileceğini düşündü ama yaklaştıkça tüylerini fark etti. Beyaz bir köpek kaldırıma kıvrılmış yatıyordu. Kalp atışları hızlandı, yavaş hareketlerle yola doğru yürüdü. Köpeğin yanından geçerken dikkatle onu kontrol ediyordu. Yanından geçip kafasını yola çevirdiğinde duyduğu hırlamayla irkildi. Köpek uyanmıştı. Arkasına dönüp baktığında, köpek ona doğru dönmüş ve hırlıyordu. Karanlıkta parlayan beyaz dişlerini seçebiliyordu. Önüne dönüp koşmayı düşündüğünde ileride iki köpeğin daha olduğunu fark etti. Durdu, derin derin soludu. Her yanını ter basmıştı, kalp atışları öyle hızlandı ki bir ne yapacağını kestiremedi. Olduğu yerde kalakaldı. İleride gördüğü araba farlarına yaklaşmıştı ama o tarafa gidemiyordu. Geldiği yöne doğru hızlıca koşarsa beyaz köpeğin onu yakalamasından korkuyordu. Diğer iki köpek onu fark etmediği için o yöne yavaşça yürümeye karar verdi. Oraya varmadan köpeklerin uzaklaşmalarını umuyordu ki beyaz köpek havladı. Ardından diğer iki köpek dikkatlerini sesin geldiği yöne verdiler. Adam bir beyaz köpeğe bir yukarıdaki iki köpeğe baktı, hızlıca geldiği yöne doğru koşmaya başladı, beyaz köpeğin yanından hızla geçerken onun da onu kovalamaya başladığını hemen fark etti. Havlama sesleri çoğaldığına göre diğer iki köpek de ardı sıra geliyordu. Uzun süre yokuş aşağı koştuktan sonra köpeklerin peşini bıraktığını fark etti. Yeniden bir duvar dibine sığınarak yürümeyi düşündüğü anda, sağında sokak lambalarının etrafı aydınlattığı bir sokak gördü. Hemen oraya girdi, içi biraz ferahlamıştı. Biraz daha yürüdüğünde karşıdan gelenler olduğunu fark etti. Gülerek geliyorlardı. Üç adamdı gelen. Yanında geçip gittiler, arkasına dönüp baktığında köpeklerden kaçtığı yokuşa doğru yürüdüklerini fark etti. Adamları iyice uzaklaşana kadar izledi. Beyaz köpeğin yanından geçerlerken gülmeye devam ediyorlardı. Beyaz köpek onlarla hiç ilgilenmemişti. Yolda yürümeyi sürdürdü yanından geçen birkaç kişi daha oldu. Artık kendini daha güvende hissediyordu. Biraz daha yürüdüğünde işlek bir caddede buldu kendini, çok rahatlamıştı. Her tarafta insanlar vardı. Az evvel yaşadığı korkuyu abarttığını düşündü. Karşıdan kalabalık genç bir grup geliyordu. Aralarında, sevgilisinin koluna girmiş zor yürüyen sarhoş bir kızı görmüştü. Yanından geçerken adamın yüzüne dikkatlice bakmıştı. Adam ilerledikçe kalabalık artıyordu sanki. Yol giderek genişliyordu. Etrafındaki insanlara bakarak yürürken karşıdan sallanarak elen bir sarhoş adamı fark etti. Üzerine doğru yalpalayarak geliyor gibiydi. Kenara çekilip sarhoş adamın geçip gitmesini bekledi. Sarhoş adam gelip tam önünde durdu. Kolunu tutup bir şeyler söylemeye çalıştı, adam silkindi sarhoştan kurtulup yürümek istiyordu. Sarhoş adam bir türlü onu bırakmıyordu. Adam onu itiyor, ondan kurtulmaya çalışıyordu. Sarhoş adamın yüzü öyle çirkindi ki… ağzından salyalar akıyordu ve bir yandan konuşmaya çalışıyordu. Adamın ruhu daralmıştı, bir türlü kurtulamıyordu. İleri adım attıkça, sarhoş adam daha kuvvetlice onu durdurmaya çalışıyordu. Şimdi yerde ayaklarını tutuyordu. Yolda yürürken ayağına takılan ve bir türlü çıkmayan bir poşet gibiydi adeta. Sarhoş adam yerden kalkıp adamın o çirkin sallayalı ağzıyla öpmeye çalıştı. Adam bütün gücüyle sarhoşun yüzünü yumruklamaya başladı. Hiç durmadan ardı ardına vuruyordu. Yüzü kanlar içinde kalmıştı sarhoş adamın. Adam hıncını alamıyordu, uyanmıştı ama hala yastığı yumrukluyordu…

14 Ocak 2015 Çarşamba

Zeus Europa'ya Neyledi?

Bugünlerde genel hatlarıyla Avrupa’yı yine konuşmaya başladık. Avrupa’daki arttan yabancı karşıtlığı ve son Avrupa Parlamentosu Seçimlerinde aşırı sağın yükselişi ile Avrupa’daki siyasi durum da yine gündemimizde. Avrupa’nın ürettiği değerler, yaşadığı ekonomik ve kültürel meseleler zaten hep revaçta. Bugün sizlere Avrupa’nın mitolojik hikâyesini kabaca anlatmak istiyorum.
Mitoloji, hayal gücü ve tabiatın ciddi bir münasebetini içerir. İnsanlar tabiatüstü varlıklarda kendilerine benzer yüzler ve huylar olduğunu tahayyül ederler ama bu varlıklar kendilerinden çok daha güçlü ve ölümsüzdürler. Zeus, Yunan Mitolojisi’nde tanrıların babasıdır. Ortalama bir Yunan erkeğinin düşlediği gibi çok üstün yeteneklere sahip, güçlü kuvvetli, çapkınlık konusunda ün yapmış ve istediği her kadını elde etmenin yolunu bilen bir tanrıdır. Zeus bu tür çapkınlık operasyonlarında da karısı Hera’ya yakalanmamaya özen gösterir ve bu yüzünden çeşitli kılıklara girerek Hera’yı işkillendirmemeye gayret eder. 
                 Günlerden bir gün, göklerdeki azametli sarayında, TV dizilerinin özetlerinden sıkılıp yeryüzünü izlemeyi tercih eden Zeus, ilkbaharla birlikte doğanın yeniden canlanışını büyük bir keyifle seyrediyordu. Bir anda izlediği manzarada bir şey dikkatini çekmeyi başarmıştı. Zeus, bugünkü Beyrut’un güneybatısındaki Tyros şehrinin kumsalında, elinde çiçek sepetiyle arkadaşlarıyla oynayan şirinlik muskası, güzeller güzeli Europa’yı fark etmişti. Europa, Denizler Tanrısı Poseidon’un oğullarından, Kral Agenor’un kızıydı. Kumsalda olacaklardan habersiz arkadaşlarıyla dans eden Europa, biraz ötede ateş yakıp Akdeniz Akşamları’nı söyleyen grubun bir anda ortadan kaybolmasıyla tuhaf şeylerin olacağını sezmiş gibiydi. Zeus, bembeyaz, ipek tüylü, azametli bir boğaya dönüşmüştü. Oyun oynayan kızların bulunduğu yere yaklaştı ve bekledi. Boğa, Europa’nın ilgisini çekmeyi başarmıştı. Diğer kızlar arkalarına bile bakmadan kaçmışlardı, Europa ise merakına yenik düşmüştü. Yavaş yavaş boğaya yaklaşıyordu. Boğa da kızın ürkmesini önlemek için uysal tavırlar sergiliyordu. Europa’yı uzaktan izleyen diğer kızlar “ah zavallı Europa, ah saftirik kız kaç oradan” diye söyleniyorlardı. Europa, karşısında duran boğanın alelade bir yaratık olmadığını anlamıştı. Hayvanın bakışları onun sıradan bir boğa olmadığını ortaya koyuyordu. Europa yavaşça boğaya sokuldu, parlak ve yumuşak tüylerini hafifçe okşamaya başladı. Boğa, elmastan yontulmuş boynuzları, masmavi gözleriyle kızın gönlünü adeta fethetmişti. Hafifçe başını göğsüne yaslayan boğanın boynunu okşayan kız, üzerine binmesi için eğildiğindeyse onu geri çevirmedi. Boğa, kız üzerinde olduğu halde ufak daireler çizerek yürüyordu. Diğer kızlar da saklandıkları yerden çıkıp, onlar da bu keyfe ortak olmak istediler. Bir müddet boğanın peşinde koşuşturan kızlar, Europa’ya “kız dur biz de binelim bir tur” diye dil döktülerse de muratlarına eremediler zira bu durumdan boğa hiç hoşlanmamıştı… Arkasını dönen boğa hızla denize yöneldi, sırtında duran saf ve güzel Europa’nınsa hala bir elinde çiçek sepeti vardı.  Boğa gözden kaybolmuştu, arkadaşlarının bu Europa’yı son görüşleri oldu. Velhasıl boğa Akdeniz’i aştı ve Girit adasına çıktı. Kral Agenor, kızını bulmaları için oğullarını dünyanın dört bir yanına saldı ama bir daha kızlarını görmeleri mümkün olmadı. Zeus, adaya çıktıklarında bu kez bir kartala dönüştü ve büyük kanatlarını ürkmüş kızın üzerine doğru gerdi. Bundan sonrasında  “senin de hoşuna gidecek” deyip Europa'ya tecavüz mü etti yoksa gönül rızasıyla ilişkiye mi girdiler, rivayet muhtelif…  Ama nihayetinde üç çocukları oldu. Velhasıl Avrupa Kıt'asının aşağı yukarı oluşum öyküsü işte böyle… Yine de bana soracak olursanız, hikayede Zeus, Europa'ya tecavüz etmiş olmalı zira Kıta Avrupa'sındaki emperyalistlerin uzun yıllar kara kıtaya ve Ortadoğu’ya ettiklerinin adı da tecavüzden başka bir şey değil.