24 Mart 2018 Cumartesi

Malofisspor'un Umut Vadeden Yeteneği

Malofisspor'un Umut Vadeden Yeteneği

Hafif yağışlı bir akşam, Malofisspor olarak tam kadro kötü ışıklandırılmış İzmit’teki Eski Stadın toprak zemininde idmanımızı yapıyorduk. Sahanın bir bölümde oyuncularla yuvarlak olmuş, açma germe hareketleri yaparken, takımın hem başkanı hem hocası, hem abisi ve hem de yeteneksiz forvetimizin babası olan Hüseyin Hoca bana bakıp, “hadi hadi, en iyi senin yapman lazım bunları” dedi. Daha hiç ilk on birde sahaya çıkmamış, hatta oyuna sonradan da öyle pek girmemiş, tribünde değil de yedek kulübesindeyse haline şükretmiş biri olarak açma germe hareketlerini niye en iyi benim yapmam gerektiğini anlamamıştım. Kafa mı buluyor acaba diye iyice bir süzdüm hocayı, gayet ciddi duruyordu. Allah’ım ne saçma bir şey bu, cevap vereyim diye de suratıma dikkatle bakıyordu. Ne diyem ben sana şimdi hoca efendi, açma germe konusunda niye bu kadar büyük beklentiye girdin acaba? Alt tarafı spordan önce ya da sonra birkaç saçma sapan hareketle vücudu esnetiyorsun. Biri gelip beni “ooo bunu en iyi Murat yapar, kaslarını öyle bir esnetir, vücudunun elastikliğini öyle artırır ki inanamazsın, onu açma germe yaparken izlemek insana haz verir” diyerek övse ağzını burnunu kırardım onun. Düşününce bile sinirlendim, piiis, lafa bak hele…
Hoca suratıma ısrarla bakmayı sürdürünce istemsizce: “niye ki hocam?” diye sordum. Şaşırarak sordu: “e ilerde sen de öğreteceksin bu hareketleri çocuklara” dedi. Allah’ım giderek Badi Ekrem ve İnek Şaban’a dönüşüyorduk. “Hangi çocuklara efenim?” diye sordum. Suratındaki şaşkınlığı adam akıllı süzeyim diye dikkatle bakıyordum, şaşkınlıkla birlikte başka detaylarda keşfettim yüzünde, misal susak ağızlı oğlu gibi onun da gözler hafif şehlaydı. Etrafına sanki birini arıyormuşçasına hızla bakındı ve bana dönüp: “Sen BESYÖ’de okumuyor musun?” diye sordu. Te Allah’ım ya, kiminle karıştırıyordu beni bu adam. Acaba ilk 11’e giremememin sebeplerinden biri de bu muydu? Beni takıma aldığını sanıp BESYÖ’de okuyan lavuğu mu oynatıyordu? Tribünde olduğum zamanlarda sorun yok ama yedek kulübesindeyken beni kim olarak algılıyordu? Hafif sinirle: “yok hocam ya ne BESYÖ’SÜ” dedim.  Boynunda asılı düdüğünü ağzına götürüp bir iki kez çalıp “tempo, tempo” deyip bağırdıktan sonra bana dönüp “Allah Allah öyle mi ya?” dedi. Bedenen oradaydım ama ruhen takımdan ayrı düz koşu yapıyordum. Ben ki her idmana şevkle geliyor; takım kenetlendi, galibiyet yemeni etti, Murat yılmıyor her idman üzerine koyuyor, Murat’la takım arkadaşı Enes buluştu kahkahalar havada uçuştu diye içimden spor ve magazin gündemi sunarken ağzını kırdığımın hocasının yaptığına bak.
İdmanı çift kale maçla bitirip soyunma odamızın da bulunduğu kulüp binasına doğru yürümeye başladık. DMO'nun mal deposunun bulunduğu yerden köhne kulüp binamıza doğru yürüdük. Ter ve rubetin birleşip ortaya çıkardığı kokuyla kendimizden geçtiğimiz soyunma odamızda hocanın susak ağızlı oğlu ve diğer takım arkadaşları ile kıyafetlerimizi çıkarıyor, bir yandan da hafta sonu oynacağımız 2. amatör küme maçının kritiğini yapıyorduk. Sıcak suyun aktığı iki odamız vardı ve çeşmesinin duş başlığı yoktu. Ucuna bağladıkları hortumla yıkanıyorlardı ve tabii hortum olunca ister istemez sulu şakaların önü alınamıyordu. Ben bu duş kuyruğuna hiç takılmadan üzerimi değiştirir, terli terli evin yolunu tutardım hep. O günde erken çıkıp, karanlık mal deposunun arasından geçerken, iki gün sonra oynayacağımız maçı düşündüm. "Mental ve kondisyon açısından maça hazır hissediyorum, hocamız görev verirse elimden geleni sahaya koyacağımdan kimsenin şüphesi olmasın" diyordum basına verdiğim hayali demeçte. Karanlık mal deposunu geride bırakıp, Seka Camii'nin uzakta yanan ışıklarına doğru yürürken, yakınlardan havaya sıkılan iki el "hav sesi" duydum. Ananı avradını iki köpek bana doğru geliyordu, önce hızlı adımlarla yürüdüm, köpekler koşmaya başlayınca deparı bastım. Yaptığım idmanların hakkını veriyordum, ardıma bakmadan koşuyor, önüme çıkan karartıların üstünden atlıyordum. Bereket köpekler epey geride kalmıştı. Zaten ilgilerini çöpün kenarında hareket eden bir kutu çekmişti. Seka Camii'nin yanındaki üst geçide yaklaşınca tekrar hafta sonu oynayacağımız maçı düşündüm. Üst geçitten karşıya yürürken yolun tam ortasında hareket eden bir bisküvi kutusu dikkatimi çekti, kutuya doğru koşup gelişine, karşıdaki hayali kalenin doksanına nişanlayarak Ercan Taner'in o muhteşem anlatımıyla vurdum. Ve fakat hafif ıslak kutu, bozuk zeminde havalanıp 1 metre önümde dağıldı. Gol kaçmıştı, ben yine sahanın azizliğine uğramıştım. Ama Hüseyin Hoca ile maceramız yeni başlıyordu...


7 Haziran 2017 Çarşamba

Körfezde Kopan Kasırga

Basra Körfezi’nde kopan kasırgayı görüyorsunuz değil mi? Geçtiğimiz gün ajanslar, başını

Suudi Arabistan’ın çektiği Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır’ın Katar ile bütün

diplomatik ilişkilerini kestiklerini duyurdular. (Bu kervana daha sonra Yemen, Libya ve

Maldivler de katıldı.) Diplomatik ilişkilerde karşılıklı horozlanmalarda, bizler daha ziyade

nota vermek, muarız devletin büyükelçisini alçak koltuğa oturtmak, olmadı en kötü ilişkileri

maslahatgüzar seviyesine indirmeye aşinayız. Bu seviyenin Büyükelçilik seviyesinden aşağı

olduğunu bilmekle beraber, ilişkilerin son tahlilde sürdüğünü biliriz. Ama Körfez’de olanlar

bunun çok ötesinde, söz konusu ülkeler tek kara bağlantısı Suudi Arabistan olan Katar ile

selamı sabahı tamamen kesmiş durumdalar. Bu ülkeler sınırlarını, hava sahalarını, limanlarını

Katar’a kapattılar. Ülkelerinde bulunan Katarlılardan 14 gün içinde ülkelerini terk etmelerini

istediler. Ve daha ne yaptırımlar ne yaptırımlar, hülasa bu minik ülke resmen abluka altına

alındı. Peki, bu hızlı ve öfkeli ülkelerin emirleri, kralları niye bu kadar celallenmişti?

Söz konusu ülkelerden gelen ardı ardına açıklamalardan anlıyoruz ki Katar’ı terörü

desteklemekle suçluyorlardı. Bu suçlamayı yapan ülkeleri görünce ister istemez insanın

yüzünde müstehzi bir tebessüm oluşuyor. Suudiler Katar’ın terör propagandasını yaptığını,

ülkesinde teröristleri barındığını söylüyordu. Mısır, IŞİD’in fikirlerini yaymak, İhvan

liderlerine kucak açmakla, Bahreyn ise İran bağlantılı terör örgütlerini desteklemekle

suçluyordu Katar’ı. Bu açıklamalar ve girişimler sonrası kelimenin tam anlamıyla Trump’ın

göğsünün kabardığına şüphe yok. Bölgeye ziyaretinin nasılda işe yaradığını Twitter

hesabından böbürlenerek aktarıyor, radikal ideolojilere, terör destekçilerine karşı çıkılması

isteğinin (emrinin) anında yerine getirilmesinden duyduğu hoşnutluğu ifade ediyordu.

Varlıklarını ABD’ye borçlu olan despot, kukla emir(cik)ler için olmasa da onların yönettiği

ülke halkları için ne utanç verici bir aşağılanma. Trump’ın ablukaya alınmasını hararetle

desteklediği Katar’da el Üdeid Üssü’nde 10 bin ABD askeri bulunuyor. ABD’nin

Ortadoğu’daki en büyük üssünün terör destekçisi bir ülkede bulunuyor olması ise ayrı bir

hoşluk gerçekten. Gerçi yeryüzündeki aşağı yukarı her insan ABD’nin bir haydut devlet

olduğunu, her türlü tezvirat ve tutarsızlığı kendilerine mubah gördüklerini bilir. Terör

finansörü devletlerin babası olarak en hayırlı evladı Suudilerle, terör destekçilerine karşı

duruyor gözükmesi de o yüzden normal sayılabilir. Daha yeni ABD’ye 280 milyarlık silah

anlaşması ile rüşvet veren Suudi’lerin bu zamana kadar El Kaide’ye yaptığı destek de

kimsenin umurunda olmayacaktır haliyle.

Velhasıl asıl mevzunun teröre destek falan olmadığı aşikâr. Katar teröre destek vermişse bile

bu kesinlikle Suudilerin verdiğinden fazla değildir. Uzun zamandır Katar, kendisine rest

çeken bu koalisyonun kırmızıçizgilerini zorluyordu. İran, Hizbullah, Hamas ve İhvan’a

yönelik genel tavrın dışına kaymalar gösteriyordu.

Katar şuan, Trump ile birlikte yeniden açıkça baş düşman ilan edilen İran ile sürdürmeye

çalıştığı denge politikasının bedelini ödüyor. Yakında zamanda belki bir askeri darbeyle bile

karşılaşabilir. Bütün bu olanlar ilk yurtdışı gezisinde bütün bir körfezi darmaduman eden

Trump’ın İran’a yönelik açıklamalarını emir telakki eden Suudi Arabistan ve saz

arkadaşlarının bölgede İran’a karşı tek vücut olma konusundaki kararlılığını ve hiçbir şekilde

oluşturdukları cephede gedik açılmasını istemediklerini gösteriyor. Bundan sonraki süreçte

bölgeyi ve Katar ile çok yakın ilişkiler kuran Türkiye’yi neler bekliyor asıl üzerinde

durulması gereken konu galiba bu…

16 Nisan 2016 Cumartesi

Uzay Sincapları ve Aşk (Fantastik Kurgu Denemesi)

                                               BÖLÜM 1:
                                   Elimi Bağlayan Bir Şey Var…
Bir Nisan gecesi…
Hava o kadar bozmuştu ki, hafif serpiştiren yağmur şiddetlenmiş, rüzgâr son sürat esmeye başlamıştı. Sokaklar boşalmış, evlerine çekilen insanlar dışarıdan gelen uğultularla ürperiyorlardı. Binaların su borularından oluk oluk sular akıyordu.  Taşan yağmur sularının yerinden oynattığı rögar kapaklarına bakanlar, sanki bir canavarın yukarıya çıkmak için kapağı zorladığını düşünebilirdi.  Rüzgâr girdiği her delikte başka notaya basarak çaldığı ıslık, adeta korku yayan bir melodiye dönüşüyordu.
Bu sırada gökyüzünde tanımlanamayan bir cisim hızla yere doğru iniyordu. Bu tanımlanamayan cisim, dünyamıza çok uzak bir galakside bulunan yeşil bir gezegenden geliyordu. İçinde ise bu yeşil gezegene ait, gelişmiş bir zekâya sahip bir canlı vardı. İki ayakları üzerinde duran, turuncu renkli, zeki bu canlı türünün adı “Pufy”iydi, bu pufynin özel adı ise, Filoo Bal Rom’du. Dostları ona kısaca Bal derdi.
Bal içinde bulunduğu aracın hâkimiyetini yitirmiş, içeride araçla birlikte sağa sola savrulmaktaydı. Daha önce hiç Rolt 878 kullanmamıştı, bu araç uzun mesafeler için tasarlanmış, komplike bir araçtı. O genelde daha yakın gezegenlere seyahat etmek için kullandıkları Rolt 700’e alışmıştı. Bal epey gergindi, aracın kontrol panelinde hiç bilmediği bazı tuşlar vardı, bunları sırayla deneyip, aralarından birinin hayatını kurtarmasını bekliyordu:
-Hımm, acaba şu yeşil düğme tam olarak ne işe yarıyor, peki ya şu kırmızı? Kullanma kılavuzunda ani düşüşler için bir bölüm vardı ve yumuşak bir iniş için bazı adımlardan bahsediyordu. Neydi, neydi onlar? Hımm bir dakika, kırmızı düğme acil durum modunu açıyordu, sonra yeşil düğmeyle birlikte, şuradaki kolu yukarı kaldırıp hızımızı düşüyorduk ve ardından kahverengi tuşa basııı… 
Çok uzak bir galaksiden, dünyaya gelen bu garip uzay aracı, bir dağın tepesine düşmüştü…













Üç gün sonra…
Konya’da şehirlerarası otobüs terminalinin yakınlarında bir evde, bir adam,  bilgisayarını kapatıp yatağına doğru gidiyordu. Gün ışımak üzereydi ve adam bir gece boyunca izlediği dizinin 2. Sezonunu bitirmiş olmanın haklı gururuyla başını yastığa koyuyordu. Adamın yüzünde sersem bir gülümseme vardı.  Yorganına iyice büründü, bütün vücudunu sarmış vaziyette. Dışarıda sadece kafası kalmış durumda; bu, bıyıkları ve çenesinin altında bir tutam sakalı olan yüzü görenler uykunun mutlulukla kesin bir ilgilisi olduğuna kanaat getirirlerdi. Sıcak bir uyku vücudunu kapladığı sırada,  yatağının içinde kendisinden başka bir canlının daha olduğunu, sağ ayak başparmağının ufak bir dil tarafından yalanması suretiyle anlıyordu. Adam üzerindeki yorganı panikle fırlatıp, sıçradı. Açılan yorganla ifşa olan ufak tüylü bir canlı, iki eliyle yüzünü kapattı. Adam korkudan eline aldığı yastıkla kendini siper etti.  İlk şokun etkisini attıktan sonra, elindeki yastıkla, yavaşça bu ufak tüylü şeye yaklaşmaya başladı.
-Sen nereden geldin buraya, nesin sen, köstebek misin ha, kirpi misin nesin arkadaaaş!?
- Sincap!
-Neeeüy?
-Sincaaap (Tek elini gözünden çekip adama bakar)
 -Laaaaaan! Bismillahirrahmanirrahim. Allah’ım n’oluyor, kafayı mı yedim yoksa!? Delirdim iyice, kafayı yedim galiba. O son bölümü izlemeyecektim. Sen nasıl konuşuyorsun be?
-Sakin ol lütfen, korkutuyorsun beni
-Asıl sen beni korkutuyorsun be, manyak. Allah’ım rüya mı görüyorum, neler oluyor, sen aklımı koru!
Adam odanın içinde şaşkın şaşkın gezinmekteydi, anlamsız hareketler yaparak içinde bulunduğu bu tuhaf durumu sorgulamaya başlamıştı. Neler oluyordu, şuan uykuda mı yoksa uyanık mıydı? Konuşan bir sincap başka neler yapabilirdi? Odanın içinde turlamaya devam etti, aniden durup sincaba bakıyor ve sonra odanın içinde turlanmaya devam ediyordu. Sincap da şaşkın halde onu izliyordu. Bir süre daha gezinen adam emin adımlarla sincaba yaklaştı ve tane tane konuştu:
-Az evvel benimle konuştun mu gerçekten?
-Evet
-Vay canınaaaa. Sen bir tür robot falan mısın dostum?
-Hayır
-Çıldıracağım Allah’ım. Sen kimsin ve burada tam olarak ne yapıyorsun?
-Sakin olursan anlatacağım. Bak ben buraya bir görevi yerine getirmek için geldim.
Adam kendini tutamaz ve kahkahayı basar.
-Hahahaha, görev mi? Hahahahahaha, tipe bak. Görev mi? Hahahaha
-Kaba bir adamsın
-Öhöm, özür dilerim. Yalnızca şaşkınım. Eğer sen benim zihnimde oluşturduğum bir şeysen sanırım kafayı yedim. Ki bu da çok muhtemel, zira şu sıralar sabaha kadar film ve dizi izliyorum, onların etkisi olabilir. Yok, eğer karşımda duran sen gerçekten var isen işte bu olağanüstü bir şey adamım ve bir o kadar saçma. Gerçekten çok saçma, hahahahaha. Öhömmm, görevin neymiş bakalım?
-Görevim komik çocuk, dünyanıza düşen bir uzay aracını bulmak.
-Dünyanız derken? Sen uzaylı bir sincap mısın?
-Dünyalı sincaplar konuşabiliyor mu?
-Bilmem, anlamaya çalışıyorum. Sen şimdi nereden geldin?
-Ben Nemf isimli bir gezegenden geliyorum. Aslında bizim orada da sincaplar konuşamazlar zira bizim orada sincap yok. Ben özel görevim nedeniyle bu haldeyim.
-Görev, görev, görev! Nereye düşmüş bu uzay aracı bakalım?
- Takkeli Dağ adlı bir yere.
-Hımm. Eee niye buradasın ve neden benim ayağımı yalıyorsun?
-Bu Takkeli Dağ denilen yere tek başıma çıkamam, bana sen yardımcı olacaksın.
-Yeak yaaa. Niyeymiş o?
- Çünkü yaptığım araştırmaya göre bunun için ideal birisin. Ayrıca vücut değerlerinde buna gayet uygun
-Nasıl be, ne araştırması?
-İyi biri olduğunu düşünüyorum, dışarıya verdiğin enerjiyi rahatlıkla alabiliyorum. Yardımsever birisin. Ayrıca vücut değerlerini ölçmek için ayak başparmağını biraz ıslatmam gerekti.
-iğrençsin!
-Sen de komik birisin!
-Hııı şapşal
-O çenenin altındaki tuhaf şey de ne?  Çok gülünç!
-Bu bir kere senin anlayabileceğin bir şey değil, ayrıca konuşan bir sincaba göre fazla özgüven sahibisin.
-Neyse fazla vaktimiz yok hadi, bir an önce işe koyulalım.
-Hahaha oldu, sana iyi çalışmalar.
Adam yatağına girer. Sincap da adamın üzerine çıkar ve yüzüne doğru yaklaşır.
-Hey hadi kalk. Yardıma ihtiyacım var.
- Takkeli Dağ’a niye tek başına gidemiyorsun ki? Sana dağı gösterebilirim ama şimdi uyuyacağım. Daha sonra…
-Olmaz birlikte gitmeliyiz. Çünkü benim tek başıma oraya gitmem mümkün değil.
Sincap üzgün bir ifadeyle adama bakar, dudaklarını büzer ve  “lütfen sen olmazsan başaramam, yardım et bana” der. Adam:
-Bana bak adın ne senin?
-Mohho
-Bak Moho
-Moho değil Mohho
-Peki, bak Mohho, benim bi sürü işim gücüm var, sana yardım etmeyi çok isterdim. Hem seni çok iyi tanımıyorum. Ayrıca bak Takkeli Dağ’a falan ben hayatta çıkamam, hadi çıktım diyelim hayatta inemem, onun içün sen başka birini bul. Hem sen daha iyisini bulursun bence. Tamam mı?
-Peki, ben de sana o kız konusunda yardımcı olmayı teklif edecektim. Neyse, çok sağol.
Adam aniden irkilir ve yatağında doğrulur.
-Hangi kız?
-O kız işte, şu son zamanlarda yakından ilgilendiğin, masallar anlattığın. Yeşil gözlü, sevimli kız… 
Adam bir müddet sessiz kalır, Mohho sorar:
-Yardım edecek misin?
- Tam olarak ne olduğunu bilmiyorum ama elimi bağlayan bir şey var, sanırım sana yardım edeceğim…
Adamın gözlerinin önüne birden o güzel yüz canlanır, yemyeşil gözleri ile ona bakıp, gülümser.  O sırada odanın içinde adamın 07.00’ye kurulmuş telefonunun alarm çalar: Marc Almond ve Gene Pitney birlikte söylüyorlardır: Something`s Gotten Hold Of My Heart…

21 Ocak 2016 Perşembe

Knidos Antik Kenti

                                   KNİDOS ANTİK KENTİ
Üç tarafı denizlerle, her yanı kadim medeniyetlerin izleriyle dolu olan Anadolu coğrafyasının eşsiz doğal güzellikleri ve tarihi/kültürel zenginliklerine hatırı sayılır bir katkı da Knidos antik kenti yapmaktadır. Knidos, Muğla ili Datça ilçesinde bulunan Reşadiye yarımadasının ucunda bulunmaktadır. Burası 67 km uzunluğundaki bir yarımadanın uç noktasıdır ve bu konumuyla benzersiz bir coğrafi yapıya sahiptir.


Kent, yarımadanın sonunda dar bir berzahla bağlanan anakara ve küçük bir ada üzerinde kurulmuştur. Ada anakaraya yüzyılların getirdiği alüvyonlarla oluşmuş kıstak ile bağlanmıştır.
MÖ 360 tarihlerinde bölge Pers hâkimiyetindedir ve yine bu zamanlarda Knidoslular Datça ilçesinin yakınlarında olduğu tahmin edilen kentlerinden ayrılarak Tekvir mevkiindeki yeni Knidos kentini kurmuşlardı. Strabon, Knidos’un hem ada hem kara üzerinde yerleşim biçimiyle çift kent görünümünde olduğunu yazar. Her iki yerleşimin etrafı birbirinden bağımsız surlarla çevrilidir. Prof. Dr. Adil Tırpan bu durum için: “Kara surlarının çevirdiği yamacın doğu ucunda şehre bir eklenti gibi yer alan akropol surlarını da hesaba katarsak Knidos antik kentine tripolis denilebilir” demektedir.
Knidos, antik dönem boyunca ticari faaliyetleri, anıtsal yapıları, sanat eserleri ile çağın en önemli kentlerinden biri olmuştur. Şehrin deniz ticaret yollarının kesişme noktası oluşu konumuna stratejik bir önem katıyordu.  Bu durumu iyi değerlendiren Knidoslular kısa zamanda antik dünyanın ekonomisinde söz sahibi hale geldiler. Bunların yanı sıra Dor Birliği’nin dini merkezi olmasıyla birlikte Knidos altın bir çağ yaşamıştır. 



Doç. Dr. Ertekin Mustafa Doksanaltı bu antik kentin anakarayla birleşen ucuyla ilgili şunları söyler: “Deniz ticaretinin başlangıcından beri, Batı Anadolu ve Yunanistan kıyılarında yer alan merkezler ile Güney Anadolu, Fenike ya da Mısır arasındaki deniz rotasının kavşak noktasında yer alan yarımadanın ucu ve dolayısıyla bu küçük ada ticaret ve savaş gemilerince çok iyi tanınan bir nokta olmalıdır.”
    KENTİN KURULUŞU
Knidos önce bugünkü Datça ilçe merkezinin 1,5 km kuzeydoğusunda Dalacak burnu üzerindeki Burgaz mevkiinde kurulmuştu. Sonra Yarımadanın batı ucundaki Tekir Burnu üzerine taşındı. Antik kaynaklardan bazıları kentin kuruluşunu Argoslu bir kahraman olan Triopas’a dayandırır. Bahsi geçen kuruluş efsanesine göre Triopas’ın Knidos yarımadasında Triopion olarak adlandırılan bir yerleşim yeri ve kutsal alan kurmuş olduğundan bahsedilir. Herodotos’a göre Argoslu kahramanın kurduğu Triopion yarımadanın en ucunda yer alır ve denizden yükselen bir burun şeklindedir. Thukydides ise bu ismi, Knidos topraklarındaki çıkıntılı bir burun olarak ifade eder.
Yapılan kazılar sonucunda yerleşim başlangıcı MÖ VII yüzyıla tarihlendirilmiştir. Zamanla oldukça güçlü bir kent haline gelen Knidos’a komşu kentler şunlardır: Lindos, Kameiros, Ialysos, Kos, Halikarnasos ve Delos’tur. Bu kentlerin beşiyle(Lindos, Kameiros, Ialysos, Kos, Halikarnasos )birlikte Dor Hexapolisi’ni oluşturdular. Dor’lar Knidos’u ticaretin ve kültürel hayatın en önemli liman şehri yapmayı başarmışlardı.
Knidos; bilim, mimarlık ve sanatta da oldukça ileri bir kentti. Tarihin büyük astronomi ve matematik bilimcisi Eudoksus, doktor Euryphon, ünlü ressam Polygnotos ve dünyanın yedi harikasından biri sayılan İskenderiye Feneri’nin mimarı Sostratos burada yaşadı.
Doktor Euryphon ve öğrencileri zamanının ikinci büyük tıp okulunu Knidos’ta kurdular. Eudoksus’un geliştirdiği ve dönemin büyük buluşu olan güneş saati, ören yerinde bugün de görülebilir.



Herodotos’un “Tarih”inde Knidos:
 “Bunların toprakları denize bakar; Triopion denilmesi bundandır; burası Bybassos Yarımadasının uzantısıdır; bütün Knidos toprağı, ince bir kıstak dışında, suyla çevrilidir; kuzeyi Kerameikos Körfezi, güneyi Syme ve Rhodos Denizi’dir. Harpagos, İonia’ya indiği zaman Knidoslular, bu aşağı yukarı beş stat genişliğindeki kıstağı kazmaya başladılar; yurtlarını ada haline getirmek istiyorlardı. Böylece tamamen kendi yurtlarına çekilmiş olacaklardı, zira kazmak istedikleri yer, Knidos topraklarını anakaraya bağlayan toprak parçasıydı. Pek büyük insan emeği harcandı bu iş için; ama görülmemiş bir olay geldi başlarına, işçiler taşları kırarlarken çeşitli yerlerinde ve en çok da gözlerinde inanılmaz büyüklükte yaralar açılmaya başladı. Delphoi’ye elçiler gönderip bu nedir diye danıştılar, Knidosluların kendileri anlattılar, Pythia şu üçlü iambos ile cevap vermiş:

Kıstak ne kale ister ne kazılmak
Zeus isteseydi bu kayaya ada yapmaz mıydı?


Şehrin önemli mimari faaliyetlerinin MÖ IV. Yüzyılın ikinci yarısında başladığını söyleyebiliriz. Bu devirde Knidos darphanesinde basılan sikkelerin üzerini ünlü heykeltıraş Praxiteles’in Knidoslu Afrodit eseri süslüyordu. Bunların yanı sıra Skopas, Bryaxis gibi ünlü heykeltıraşların çalışmaları, Eudoxos’un “rasathanesi” bu yüzyılın önemli imar faaliyetleridir. Kentin stratejik konumu onu savunmaya yönelik imara özen göstermeye zorlamıştır.




KNİDOS KAZILARI VE YAĞMA
1858-59 yıllarında Kraliyet Mühendisleri’nin maddi desteğiyle Sir Charles Thomas Newton, Britis Museum adına Knidos’ta ilk kapsamlı ve planlı kazıları gerçekleştirir. Bu çalışmalarda, “Aslanlı Mezar Anıtı” , “Demeter Kutsal Alanı”, Musalar Kutsal Alanı” , “Nekropol Alanı” “Küçük Tiyatro” ve “Odeon”da kazılar yapılmış ve bulunan değerli eserlerin büyük bir bölümü Londra’ya götürülmüştür. Götürülen ve British Museum’da sergilenen bu eserler arasında en ilgi çekici olanı hiç kuşku yok ki “Knidos Aslanı”dır. Bu eser ana giriş kapısının açıldığı büyük avlunun hemen başında bulunur. Uzunluğu 3.01, yüksekliği 1.80 metredir. Bu eserde aslında Dorik düzende inşa edilmiş bir mezarın piramidal çatısı üzerinde durmaktaydı. Newton’un günlüklerinden öğrendiğimize göre tonlarca ağırlıktaki bu aslan heykeli 100 Türk işçisiyle yapılan zikzak rampa yol sayesinde aşağı kıyıya indirmiştir. Günümüzde British Museum’da sergilenen Knidos Aslanı ve Knidos’a ait yüzlerce kasa heykel 28 Eylül 1858’de The Supply adlı donanma gemisinin kargosunda Londra’ya doğru yola çıkmıştı.



BÜYÜK TİYATRO
Büyük Tiyatronun mimari parçaları, Aphrodite Tapınağının sütunları, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşanın Kahire'deki sarayında ve Dolmabahçe Sarayının iç merdivenlerinin yapımında kullanıldı.


KÜÇÜK TİYATRO
4500 kişilik Küçük Tiyatro, Knidos'un en iyi korunmuş yapısıdır. Yapı MÖ. IV Yüzyıla tarihleniyor.  Son buluntular ışığında, antik dünyanın en eski tiyatrosu olma özelliğine sahip oldu.
Roma Döneminde, su oyunları, deniz savaşları ve gladyatör gösterileri yapılabilecek şekilde tadilat geçirdi.


Bölgede ayrıca Apollon Tapınağı bulunurdu. Her yıl altı Dor kenti (Dor Heksapolisi) burada toplanır,  basamaklara (Tiyatron) oturur, Tanrı Apollon adına düzenlenen şenlikleri izlerdi. Kentin kuruluşuna tarihlenen Anıtsal Kapı da kazılarına devam edilen Liman Caddesi ile Doğu-batı caddesinin kesişme noktasında yer alıyor. Podyumlu Tapınak/Korinth Tapınağı, Yükseltilmiş bir podyum üzerinde, MS. III. Yüzyıl’da İmparator Hadrianus döneminde inşa edilmiştir. Erken Bizans Döneminde kiliseye çevrilen Dionysos Tapınağı ise MÖ. III. Yüzyıla tarihlenmiştir.
,
1857 de Newton tarafından bulunan Demeter Tapınağında bulunan oturur durumdaki Tanrıça Demeter Heykeli ve Bryaxis'in yaptığı Dionysos Heykeli, Rahibe Nikokleia Heykeli bugün British Museum’da sergileniyorlar.
KNİDOS KRONOLOJİSİ
- MÖ. 545 yıllarında, Pers komutanı Harpagos'a karşı, Datça yarımadasının doğu ucunda kanal açıp ülkelerini ada haline getirmek istedilerse de başarılı olamadılar. Kentlerini direnmeden teslim ettiler. Persler Knidos’a zarar vermediler. Bu yüzyılda Knidos, şarap ihraç eden önemli bir ticaret merkezi konumuna gelmiştir.
- V. yy. da Delos Deniz Birliğine üyedir.
- MÖ.394 yılında, Atinalı Amiral Konon, Spartalıları Knidos açıklarında yenilgiye uğratır.
- MÖ. 387 yılındaki Kral Barışı ile Pers egemenliğine girdi.
- MÖ.360 yıllarında Eski Knidos (Datça) kentinden, Bugün Tekir Burnu’ndaki yerlerine taşındılar.
- MÖ. 334 yılında Büyük İskender'e direnmeden teslim oldular.
- MÖ. 129 yılında kent Roma Eyalet sınırlarına dâhil oldu. İmparatorluk Döneminde, özgür kent durumundaydı.
- Hıristiyanlık Döneminde, küçük bir kasaba ve piskoposluk merkeziydi. Bu dönemde 5 kilise ve bir şapel yapıldı.
- 6. ve 7. yüzyıllardaki Arap akınları ve korsan saldırıları kentin sonunu hazırladı ve tamamıyla terk edildi.


KNİDOS APHRODİTESİ

 Atinalı heykeltıraş Praxiteles’in yaptığı bu  heykel hiç kuşku yok ki antik dünyanın en meşhur heykelidir. Zira ilk kez bir tanrıça çırılçıplak tasvir edilmiştir. Meşhur heykeltıraş Praxiteles, İstanköy Adası sakinlerinin siparişi için iki Afrodit heykeli yapar. Bunlardan birinde tanrıça figürü örtülüyken diğerinde tanrıça çırılçıplaktır. Ada sakinleri, çıplak heykeli almak istemez ve heykel Knidos şehri tarafından alınır ve şehrin en yüksek terasına yerleştirilir. Bu heykel sayesinde çok büyük bir üne kavuşan Knidos parlak dönemleri geride kalıp yoksullaştığında bile Bithynia Kralının büyük para önerisini, yapılan halk oylaması sonucu geri çevirip heykelleriyle birlikte sıkıntıya katlanmayı seçerler.
Heykelin çok estetik bir dayanağı vardır. Bir hydrianın üstünde bol kumaşlı bir örtüyü tutmaktadır. Tanrıçanın bu örtüyü tutuşu çok zariftir. Burada zarafet içinde bir çıplaklık söz konusudur. Hareketli ve sabit bacak ve vücut kıvrımları frontaliteyi bozar. Hareketli ayak adeta yeri okşar gibidir. Gevşek topuzlu saçlarının üzerinde tanrıçaya has bir bant vardır. Tanrıçanın boynunda daha sonra “venüsring” denilecek guatr izleri dikkat çeker. Heykeltıraşın âşık olduğu Hetere isimli kadının guatrlı olması eserlerine de yansımıştır. Yansıyan bu özellik antik çağda bir güzellik anlayışı olarak benimsenmiştir.

KAYNAKÇA
Prof. Dr. Ahmet Adil Tırpan - Knidos Akropol Surları
Doç. Dr. Ertekin M. Doksanaltı - Knidos- Kap Krio Yerleşim Alanı
Doç. Dr. Ertekin M. Doksanaltı -  Knidos Aslanı C.T Newton ve Mehmet Ali Ağa
Herodotos – Tarih
Vikipedi



15 Ocak 2016 Cuma

Ayıya Tapan Halk: Aynular!

Aynular! Japonya’nın kuzey adalarında yaşayan bu halk, vücutları Japonlara benzemesine rağmen beyaz ırkın en uç temsilcisidirler. (En yakın beyaz ırkla aralarında 5 bin mil mesafe var.)  Antropologların araştırmalara doyamadığı Aynular, balıkçı, avcı bir halktır. Yarı göçebedirler. Ayrıca yeryüzünün en kıllı insanları oldukları söyleniyor.
Bu halkın ilgi çeken bir başka yönü de inançları… Aynular, insanların yaşadığı dünyayı tanrıların dünyasından çok daha güzel bir yer olarak düşünürler. Tanrıların ara sıra turistik amaçlı dünyayı ziyarete geldiklerini düşünen bu neolitik bitki üreticisi halk tanrıların bu ziyaretlerini hayvan kılığında yaptıklarına inanırlar. Bu topluluğa göre yeryüzündeki hayvanlar tanrıdırlar. Dünyada gördüğünüz kuş, böcek dâhil bütün hayvanlar dünyayı ziyarete gelmiş tanrılardır. Yunus deniz tanrısıdır, baykuş köy tanrısı ayı ise dağ tanrısıdır. Aralarında en önemlisi ayıdır. Zaten Aynular ayılara tapan halk olarak nam salmışlardır.
Dünyanın tanrıların dünyasından daha güzel olma fikri kadar ilginç olan tanrıların dünyayı hayvan olarak ziyaret etmesidir. Peki, Aynular dünyayı ziyaret eden tanrılar olarak kabul ettikleri hayvanlarla ilişkileri nasıldı? Joseph Campbel’in Doğu Mitolojisi kitabında anlattığına göre: “Dağlarda çok genç bir ayı yavrusu yakalandığında zaferle köye getirilir, kadınlardan biri onu emzirir, çocuklarla oynar ve büyük sevgi görür. Büyüdüğünde sağlam bir ahşap kafese konulur. Balık ve darı ezmesiyle beslenir. Daha sonra zamanı geldiğine karar verildiğinde bir Eylül günü gövdesinden kurtulması ve neşeyle dağdaki evine dönmesi için tören düzenlenir. Bu şölen uzağa göndermek adı verilir.” Ne kadar sevimli değil mi? Bütün köy ahalisi onu seviyor, çocuklarla oynuyor, iyi besleniyor, saygı görüyor, ayı için çok keyifli olmalı. Peki, şu “uzağa gönderme şöleni” denilen tören de neyin nesi oluyor? Evet, insan işkilleniyor değil mi? E doğrusu haksız sayılmayız zira ayının “gövdesinden kurtulması” ve neşe içinde dağdaki evine uğurlanması nasıl gerçekleşiyor? Bahsi geçen şöleni ahaliden biri verir ve bu kişi halka şöyle seslenir: “ben şuyum, falan köydenim, dağların küçük ilahını kurban edeceğim. Şölene gelin, uzağa gönderme neşesini birlikte yaşayalım. Gelin.”
Yapılan çağrı sonrası davete icabet eden konuklar şölen alanına gelir. Daha sonra değişen boylarda uçları başa benzeyecek şekilde dua çubukları yapılır. Bunları ocağın yanına, ateş tanrıçası Fuji’nin (Japonya’da sönmüş bir yanardağ var bu isimde) hep hazır olduğu yere dikilir. Çubuklar burada kutsanır, daha sonra dışarı çıkarılır ve ayının öldürüleceği yerde toprağa dikilir. Kadın ve çocuklar dans eder, erkekler kafese yaklaşır. Bütün cemaat ayının etrafında daire olur. İçlerinden biri ayıya (tanrıya) yaklaşır ve mevzuyu anlatır: “Ey kutsal varlık, bizim avlamamız için dünyaya gönderildin. Onlarla buluştuğunda bizden iyi bahset, sana ne kadar iyi davrandığımızı anlat. Gene buyur gel, seni yine kurban edelim.“
İplerle zapt edilen ayı kafesten alınır ve daire biçimdeki insanların etrafında gezdirilir. Uçları kör küçük bambu oklar, siyah beyaz geometrik desenlerle süslenmiş ve uçlarında bağlanmış rende talaşlarıyla hayvana atılır. Ayı kızana kadar rahatsız edilir. Sonra süslü direğe bağlanır, iki güçlü adam onu tutarken bir üçüncüsü çenelerinin arasında bir ahşap parçası yerleştirir. İki kişi ön, iki kişi arka ayaklarını tutar, boğma direklerinden biri bir gırtlağına, öteki ensesine dayanır. İyi nişancılardan biri tam kalbine ok atar. Direkler sıkıştırılır ve küçük ziyaretçiye güle güle partisi biter.
Daha sonra ayının başı postuyla beraber alınır eve götürülür.  Doğuya bakan pencereye dua çubukları ve hediyelerle birlikte konulur.(Oradan şöleni izleyeceğine inanılır.) Ağzının dibine kendi etinden lezzetli bir parça da konulur. (Balık vs falanla beraber) Şölenin bu kısmında şu konuşma yapılır: “Sana bunları veriyoruz onları büyüklerine götür. Yolda oyalanmadan annene babana git. Yoksa cinler armağanlarını kapar. Aynular bana çok iyi baktı falan filan de… Alın hediyeler getirdim, neşelenin de…”
Kutlamaya tam gaz devam edilir, ayıyı geldiğinde emziren kadının ağlama ve gülme ritüelleri gerçekleşir. Daha sonra ayının önüne dua çubukları ve bir yahni tabağı konulur. Biteceği kadar zaman geçince şölenin önderi küçük tanrı yemeğini bitirdi hadi tapılanım der. Herkese yahniden bir parça verir. Hayvanın diğer parçaları da yenir. Bazı erkekler güçlenmek için kanını içer. Sonra ayının başı postundan ayrılır ve gönderme direği denilen bir direğe geçirilir ve eski şölenlerden kalma kafataslarının yanına konulur. Sonraki birkaç gün ayının yenilmedik parçası kalmayana kadar şölen sürer.     
 Masalsı ve neşeli başlayan bir filmin birden kan revan, dehşet verici bir filme dönüşmesini andıran acayip bir hikâye… Kadim mitolojik köklere dayanan bu inancın daha detaylı izini belki ilerde süreriz, hoşçakalın, esen kalın, dağılın!
 Aynuların müzik aleti tonkori: https://www.youtube.com/watch?v=Ur8-K_Hr8jw





9 Ağustos 2015 Pazar

SERVET YAP BİR OMLET (ROMANTİK KOMEDİMSİ)

Servet mutfakta bir yandan omlet yaparken, bir yandan da salonda bulunan televizyonun sesini iyice açmış haberleri dinliyordu. Çok dikkatli dinlediği söylenemezdi ama arada sırada ilgisini çeken şeyler duyduğunda hareketsiz durup anlamaya çalıştığı oluyordu. Çamaşır suyu bulaşmış pembe tişörtü, beyaz şortu, kahverengi çorap ve sarı banyo terlikleriyle yeterince sınırları zorlayan Servet’in, bu dikkat kesildiği anlar estetik kaygıya sahip bir insanı dehşete düşürebilirdi.   Servet baharatlığa uzanıp, karabiber sandığı kimyonu aldı ve az evvel çırptığı yumurtanın içine boca etti. Tereyağını tavada erittikten sonra, peynirleri kavurmaya başladı. Bu sırada televizyonda meclisteki grup konuşmalarından bölümler verilmeye başlanmıştı. İlk olarak Başbakan Davutoğlu’nun konuşmasından bölümler aktarılmaya başlandı. Servet çirkin terliklerinin çıkardığı, çirkin sesler eşliğinde tezgâhtaki yumurta kabuklarını alıp mutfak balkonuna çıktı. Balkonun manzarası boş bir araziye bakıyordu, hemen ileride bir inşaatın temelleri atılmış vaziyette aylardır bekliyordu.  Esneme hareketleri yapıp, manasızca etrafı süzdü, uzaktan bir ses işitir gibi oldu, kulak kesildi ve sonra tekrar esnedi, yumurta kabuklarını kenardaki çöp sepetine attı. Tekrar içeri girerken çirkin terlikleri yine o çirkin sesleri çıkarıyordu. Servet, çırptığı yumurtayı güzelce tavaya döktü. Televizyondan gelen ses bu kez CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na aitti. Servet bir müddet hareketsiz kalıp, salondaki ekrandan gelen sesi anlamaya çalıştı. Kılıçdaroğlu: “Karadenizliler yiğit adamlardır, bir şey söyledi mi arkasında dururlar” diyordu. Servet tahta kaşıkla tavayı karıştırarak hareketsizliğine son verdi. Omlet hazır sayılırdı, ocağın altını söndürdü. Diklemesine dörde böldüğü salatalıkları, portakal suyunu ve poşetteki ekmeği alıp salona gitti ve televizyonun karşısında yere serdiği gazetelerin üzerine koydu. Tekrar mutfağa döndü, omlete baktı, kafasını tavaya yaklaştırıp, gözlerini kapatıp, ımm ımm diyerek omleti büyük bir şevkle kokladı. “Ağzıma layık doğrusu” demeyi de ihmal etmedi. Gerçi koklarken öyle ımm ımm diye sesler çıkarmasını gerektirecek bir koku almamıştı, hatta koku bile almamıştı. Ama işte o da yemek yapan adam ritüelini gerçekleştirmeye can atıyordu.  Ocağın yanındaki çekmeceden bir adet çatal ve hemen tezgâhın üzerinde duran tuzluğu aldı. Ellerini rahatlatmak için tuzluğu cebine koydu ve tavayı alıp içeri geçti. Tavayı sofranın ortasına yerleştirdi, çatalı içine bıraktı. Tam oturmaya hazırlandığı sırada kapı çaldı. Dizleri bükülmüş, yarı oturur, yarı ayakta bir vaziyete üç beş saniye bekledi. “Kim bu şimdi ya” diyerek gönülsüzce kapıya yöneldi. Kapıya gidiş süresi uzun sürmedi ama kapı üç kez ısrarla çaldı. Servet minik mırıltılar şeklinde duyulan küfürler eşliğinde elini kapının koluna attı. Kapıyı açtığındaysa karşısında hiç beklemediği birini gördü. Servet’e kapıyı açmadan önce kapıdakinin kim olduğunu haber veren bir güç olsaydı, o kapıyı açmadan önce muhakkak üzerindeki çirkin kıyafet kombinasyonu “daha az çirkin” hale getirecek bir şeyler yapardı. Kapıyı açıp karşısında apartmanın en güzel kızını bulan Servet, kızın karşısında ne bulduğunu düşünmek bile istemiyordu. Servet şapşal bir gülümseme ile “ buyurun” dedi. Kız, “Merhaba, ben Demet, üst kat komşunuzum” dedi. Servet içinden, “biliyorum canikom, biliyorum, üst kat komşumuzsun, apartmanımızın gülüsün, çiçeğisin” diyordu. Kız devam etti: “ya kusura bakmayın, yemek yapıyorduk, sonradan fark ettik ki tuz kalmamış evde, markette biliyorsunuz epey uzak, üşendik gitmeye, sizden rica edelim dedik.” Servet, Bruce Wilis’in gülüşünü taklit etmek için sol gözünü kısıp, dudağındaki gülüşü de sola kaydırdı. Bu haliyle daha ziyade Çoşkun Sabah’a benzemişti ama farkında değildi.  Kız, mahcup bir edayla, “şey yani varsa biraz tuz isteyecektim” dedi. Servet istem dışı üzerini yokladı ve yine istem dışı bir hareketle şortunun cebindeki tuzluğu fark etti ve yine istem dışı ani bir hareketle cebinden tuzluğu çıkarıp kıza uzattı.  Kız da bu ani hareket karşısında nutku tutulmuş bir vaziyette tuzluğu aldı. Servet, “Allah’ım ne kadar saçma bir şey oldu öyle” diye içinden geçirdi. Kız, şaşkınlığını gizlemekte zorlandı, karşısında cebinden tuzluk çıkaran bir adam duruyordu. Şaşkınlığı yüzünden okunuyordu,  uzun süren sessizliği tedirgin bir tebessümle “teşekkür ederim” diyerek bozdu. Servet, kapı aralığından kız merdivenlerden üst kata çıkana kadar baktı. Tuhaf duygular yaşıyordu, nasıl bir durumun içinde olduğunu pek kavrayamıyordu. Kız acaba ne düşünüyordu, olayları nasıl algılamıştı ve tuzluk ne ara cebine girmişti? “Neyse” diyerek elini savuşturdu ve kapıyı örttü. Salona girdiğinde ev arkadaşı Rüstem’i gördü. Sofraya oturmuş, omleti yiyordu. Servet büyük bir şaşkınlıkla, “Sen ne zaman geldin, okulda değil misin oğlum sen?” diye sorudu.  Rüstem, bir yandan omlete ekmeğini daldırıp bir yandan da cevap verdi: “Geldiğimde mutfakta balkondaydın, merhaba dedim ama duymadın galiba, içeri oda da uyumuşum biraz, bu arada kimyonlu omlete de bayılırım ama buna biber de koyacaksın azıcık, daha iyi olur.” Servet, cıyaklayan terliklerini öttüre öttüre sofraya doğru yürüdü, omlete ve daha sonra Rüstem’e baktı. Nazarını Rüstem’e yoğunlaştıran Servet, “ne kimyonu la?” dedi. 

29 Mart 2015 Pazar

Bir gece yarısı rüyası...

Çok derin bir uykuya dalmıştı. Rüyasında yağmurlu bir gecede, bir sokak ortasında duruyordu. Gökyüzüne baktığında yeşil bulutları yararak süzülen ayın ışıklarını görebiliyordu. Derin derin soludu. Sakince yürümeye başladı. Çok uzaklardan köpek sesleri geliyordu. Üzerinden bir gölge geçtiğini hissetti/sandı. Adımlarını hızlandırdı, kapalı bir yer bulursa girmeyi düşündü. O niyetle kaldırım kenarına yanaştı, kenarda apartmanlar vardı. Apartmanlardan birine yaklaştı, kapıyı zorlamayı düşündü. Ama kapısı yoktu. Bütün sıra boyunca tek tek baktı ama hiçbir apartmanın giriş kapısı yoktu. El yordamıyla yokluyordu ama nafile. En son yokladığı apartmandan bir adım uzaklaştığında oranın aslında yüksek bir duvar olduğunu fark etti. Geldiği yolu geri dönmeyi düşündü. Sonra önüne doğru baktı, uzaklardan geçen arabaların farlarını görüyordu. O yöne gitmeyi düşündü. Duvar kenarına adeta yaslanarak yavaş yavaş yürüyordu. Birkaç kez bazı sesler duyar gibi olmuştu, seslerden ürktüğü için hafifçe hızlanmaya karar verdi. Onu takip eden birileri olduğunu düşünüyordu, arkasına dönüp bakmaya cesaret edemedi, hızlı adımlarla yürümeyi sürdürdü. Arkasındaki şeyin nefes alış verişlerini duyuyordu. Sonra kendi nefesini tutmasıyla gelen sesin kaybolduğunu fark etti. Kendi soluğundan korkmuştu. Bu durum onu çok rahatlatmış sayılmazdı. Bir an evvel aydınlık ve kalabalık bir yere varmayı ya da sığınabileceği kapalı bir yer bulmak istiyordu. Duvar kenarında yürümeyi sürdürüyordu. Biraz sonra, ileride önünde bir beyazlık fark etti. Yavaşça yürümeyi sürdürdü. Ne olduğu anlamaya çalışıyordu, beyaz bir poşet, çanta vs olabileceğini düşündü ama yaklaştıkça tüylerini fark etti. Beyaz bir köpek kaldırıma kıvrılmış yatıyordu. Kalp atışları hızlandı, yavaş hareketlerle yola doğru yürüdü. Köpeğin yanından geçerken dikkatle onu kontrol ediyordu. Yanından geçip kafasını yola çevirdiğinde duyduğu hırlamayla irkildi. Köpek uyanmıştı. Arkasına dönüp baktığında, köpek ona doğru dönmüş ve hırlıyordu. Karanlıkta parlayan beyaz dişlerini seçebiliyordu. Önüne dönüp koşmayı düşündüğünde ileride iki köpeğin daha olduğunu fark etti. Durdu, derin derin soludu. Her yanını ter basmıştı, kalp atışları öyle hızlandı ki bir ne yapacağını kestiremedi. Olduğu yerde kalakaldı. İleride gördüğü araba farlarına yaklaşmıştı ama o tarafa gidemiyordu. Geldiği yöne doğru hızlıca koşarsa beyaz köpeğin onu yakalamasından korkuyordu. Diğer iki köpek onu fark etmediği için o yöne yavaşça yürümeye karar verdi. Oraya varmadan köpeklerin uzaklaşmalarını umuyordu ki beyaz köpek havladı. Ardından diğer iki köpek dikkatlerini sesin geldiği yöne verdiler. Adam bir beyaz köpeğe bir yukarıdaki iki köpeğe baktı, hızlıca geldiği yöne doğru koşmaya başladı, beyaz köpeğin yanından hızla geçerken onun da onu kovalamaya başladığını hemen fark etti. Havlama sesleri çoğaldığına göre diğer iki köpek de ardı sıra geliyordu. Uzun süre yokuş aşağı koştuktan sonra köpeklerin peşini bıraktığını fark etti. Yeniden bir duvar dibine sığınarak yürümeyi düşündüğü anda, sağında sokak lambalarının etrafı aydınlattığı bir sokak gördü. Hemen oraya girdi, içi biraz ferahlamıştı. Biraz daha yürüdüğünde karşıdan gelenler olduğunu fark etti. Gülerek geliyorlardı. Üç adamdı gelen. Yanında geçip gittiler, arkasına dönüp baktığında köpeklerden kaçtığı yokuşa doğru yürüdüklerini fark etti. Adamları iyice uzaklaşana kadar izledi. Beyaz köpeğin yanından geçerlerken gülmeye devam ediyorlardı. Beyaz köpek onlarla hiç ilgilenmemişti. Yolda yürümeyi sürdürdü yanından geçen birkaç kişi daha oldu. Artık kendini daha güvende hissediyordu. Biraz daha yürüdüğünde işlek bir caddede buldu kendini, çok rahatlamıştı. Her tarafta insanlar vardı. Az evvel yaşadığı korkuyu abarttığını düşündü. Karşıdan kalabalık genç bir grup geliyordu. Aralarında, sevgilisinin koluna girmiş zor yürüyen sarhoş bir kızı görmüştü. Yanından geçerken adamın yüzüne dikkatlice bakmıştı. Adam ilerledikçe kalabalık artıyordu sanki. Yol giderek genişliyordu. Etrafındaki insanlara bakarak yürürken karşıdan sallanarak elen bir sarhoş adamı fark etti. Üzerine doğru yalpalayarak geliyor gibiydi. Kenara çekilip sarhoş adamın geçip gitmesini bekledi. Sarhoş adam gelip tam önünde durdu. Kolunu tutup bir şeyler söylemeye çalıştı, adam silkindi sarhoştan kurtulup yürümek istiyordu. Sarhoş adam bir türlü onu bırakmıyordu. Adam onu itiyor, ondan kurtulmaya çalışıyordu. Sarhoş adamın yüzü öyle çirkindi ki… ağzından salyalar akıyordu ve bir yandan konuşmaya çalışıyordu. Adamın ruhu daralmıştı, bir türlü kurtulamıyordu. İleri adım attıkça, sarhoş adam daha kuvvetlice onu durdurmaya çalışıyordu. Şimdi yerde ayaklarını tutuyordu. Yolda yürürken ayağına takılan ve bir türlü çıkmayan bir poşet gibiydi adeta. Sarhoş adam yerden kalkıp adamın o çirkin sallayalı ağzıyla öpmeye çalıştı. Adam bütün gücüyle sarhoşun yüzünü yumruklamaya başladı. Hiç durmadan ardı ardına vuruyordu. Yüzü kanlar içinde kalmıştı sarhoş adamın. Adam hıncını alamıyordu, uyanmıştı ama hala yastığı yumrukluyordu…