Malofisspor'un Umut Vadeden Yeteneği
Hafif yağışlı bir akşam, Malofisspor olarak tam kadro kötü ışıklandırılmış İzmit’teki Eski Stadın toprak zemininde idmanımızı yapıyorduk. Sahanın bir bölümde oyuncularla yuvarlak olmuş, açma germe hareketleri yaparken, takımın hem başkanı hem hocası, hem abisi ve hem de yeteneksiz forvetimizin babası olan Hüseyin Hoca bana bakıp, “hadi hadi, en iyi senin yapman lazım bunları” dedi. Daha hiç ilk on birde sahaya çıkmamış, hatta oyuna sonradan da öyle pek girmemiş, tribünde değil de yedek kulübesindeyse haline şükretmiş biri olarak açma germe hareketlerini niye en iyi benim yapmam gerektiğini anlamamıştım. Kafa mı buluyor acaba diye iyice bir süzdüm hocayı, gayet ciddi duruyordu. Allah’ım ne saçma bir şey bu, cevap vereyim diye de suratıma dikkatle bakıyordu. Ne diyem ben sana şimdi hoca efendi, açma germe konusunda niye bu kadar büyük beklentiye girdin acaba? Alt tarafı spordan önce ya da sonra birkaç saçma sapan hareketle vücudu esnetiyorsun. Biri gelip beni “ooo bunu en iyi Murat yapar, kaslarını öyle bir esnetir, vücudunun elastikliğini öyle artırır ki inanamazsın, onu açma germe yaparken izlemek insana haz verir” diyerek övse ağzını burnunu kırardım onun. Düşününce bile sinirlendim, piiis, lafa bak hele…
Hoca suratıma ısrarla bakmayı sürdürünce istemsizce: “niye ki hocam?” diye sordum. Şaşırarak sordu: “e ilerde sen de öğreteceksin bu hareketleri çocuklara” dedi. Allah’ım giderek Badi Ekrem ve İnek Şaban’a dönüşüyorduk. “Hangi çocuklara efenim?” diye sordum. Suratındaki şaşkınlığı adam akıllı süzeyim diye dikkatle bakıyordum, şaşkınlıkla birlikte başka detaylarda keşfettim yüzünde, misal susak ağızlı oğlu gibi onun da gözler hafif şehlaydı. Etrafına sanki birini arıyormuşçasına hızla bakındı ve bana dönüp: “Sen BESYÖ’de okumuyor musun?” diye sordu. Te Allah’ım ya, kiminle karıştırıyordu beni bu adam. Acaba ilk 11’e giremememin sebeplerinden biri de bu muydu? Beni takıma aldığını sanıp BESYÖ’de okuyan lavuğu mu oynatıyordu? Tribünde olduğum zamanlarda sorun yok ama yedek kulübesindeyken beni kim olarak algılıyordu? Hafif sinirle: “yok hocam ya ne BESYÖ’SÜ” dedim. Boynunda asılı düdüğünü ağzına götürüp bir iki kez çalıp “tempo, tempo” deyip bağırdıktan sonra bana dönüp “Allah Allah öyle mi ya?” dedi. Bedenen oradaydım ama ruhen takımdan ayrı düz koşu yapıyordum. Ben ki her idmana şevkle geliyor; takım kenetlendi, galibiyet yemeni etti, Murat yılmıyor her idman üzerine koyuyor, Murat’la takım arkadaşı Enes buluştu kahkahalar havada uçuştu diye içimden spor ve magazin gündemi sunarken ağzını kırdığımın hocasının yaptığına bak.
İdmanı çift kale maçla bitirip soyunma odamızın da bulunduğu kulüp binasına doğru yürümeye başladık. DMO'nun mal deposunun bulunduğu yerden köhne kulüp binamıza doğru yürüdük. Ter ve rubetin birleşip ortaya çıkardığı kokuyla kendimizden geçtiğimiz soyunma odamızda hocanın susak ağızlı oğlu ve diğer takım arkadaşları ile kıyafetlerimizi çıkarıyor, bir yandan da hafta sonu oynacağımız 2. amatör küme maçının kritiğini yapıyorduk. Sıcak suyun aktığı iki odamız vardı ve çeşmesinin duş başlığı yoktu. Ucuna bağladıkları hortumla yıkanıyorlardı ve tabii hortum olunca ister istemez sulu şakaların önü alınamıyordu. Ben bu duş kuyruğuna hiç takılmadan üzerimi değiştirir, terli terli evin yolunu tutardım hep. O günde erken çıkıp, karanlık mal deposunun arasından geçerken, iki gün sonra oynayacağımız maçı düşündüm. "Mental ve kondisyon açısından maça hazır hissediyorum, hocamız görev verirse elimden geleni sahaya koyacağımdan kimsenin şüphesi olmasın" diyordum basına verdiğim hayali demeçte. Karanlık mal deposunu geride bırakıp, Seka Camii'nin uzakta yanan ışıklarına doğru yürürken, yakınlardan havaya sıkılan iki el "hav sesi" duydum. Ananı avradını iki köpek bana doğru geliyordu, önce hızlı adımlarla yürüdüm, köpekler koşmaya başlayınca deparı bastım. Yaptığım idmanların hakkını veriyordum, ardıma bakmadan koşuyor, önüme çıkan karartıların üstünden atlıyordum. Bereket köpekler epey geride kalmıştı. Zaten ilgilerini çöpün kenarında hareket eden bir kutu çekmişti. Seka Camii'nin yanındaki üst geçide yaklaşınca tekrar hafta sonu oynayacağımız maçı düşündüm. Üst geçitten karşıya yürürken yolun tam ortasında hareket eden bir bisküvi kutusu dikkatimi çekti, kutuya doğru koşup gelişine, karşıdaki hayali kalenin doksanına nişanlayarak Ercan Taner'in o muhteşem anlatımıyla vurdum. Ve fakat hafif ıslak kutu, bozuk zeminde havalanıp 1 metre önümde dağıldı. Gol kaçmıştı, ben yine sahanın azizliğine uğramıştım. Ama Hüseyin Hoca ile maceramız yeni başlıyordu...
Muratçkavaklı
24 Mart 2018 Cumartesi
7 Haziran 2017 Çarşamba
Körfezde Kopan Kasırga
Basra Körfezi’nde kopan kasırgayı görüyorsunuz değil mi? Geçtiğimiz gün ajanslar, başını
Suudi Arabistan’ın çektiği Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır’ın Katar ile bütün
diplomatik ilişkilerini kestiklerini duyurdular. (Bu kervana daha sonra Yemen, Libya ve
Maldivler de katıldı.) Diplomatik ilişkilerde karşılıklı horozlanmalarda, bizler daha ziyade
nota vermek, muarız devletin büyükelçisini alçak koltuğa oturtmak, olmadı en kötü ilişkileri
maslahatgüzar seviyesine indirmeye aşinayız. Bu seviyenin Büyükelçilik seviyesinden aşağı
olduğunu bilmekle beraber, ilişkilerin son tahlilde sürdüğünü biliriz. Ama Körfez’de olanlar
bunun çok ötesinde, söz konusu ülkeler tek kara bağlantısı Suudi Arabistan olan Katar ile
selamı sabahı tamamen kesmiş durumdalar. Bu ülkeler sınırlarını, hava sahalarını, limanlarını
Katar’a kapattılar. Ülkelerinde bulunan Katarlılardan 14 gün içinde ülkelerini terk etmelerini
istediler. Ve daha ne yaptırımlar ne yaptırımlar, hülasa bu minik ülke resmen abluka altına
alındı. Peki, bu hızlı ve öfkeli ülkelerin emirleri, kralları niye bu kadar celallenmişti?
Söz konusu ülkelerden gelen ardı ardına açıklamalardan anlıyoruz ki Katar’ı terörü
desteklemekle suçluyorlardı. Bu suçlamayı yapan ülkeleri görünce ister istemez insanın
yüzünde müstehzi bir tebessüm oluşuyor. Suudiler Katar’ın terör propagandasını yaptığını,
ülkesinde teröristleri barındığını söylüyordu. Mısır, IŞİD’in fikirlerini yaymak, İhvan
liderlerine kucak açmakla, Bahreyn ise İran bağlantılı terör örgütlerini desteklemekle
suçluyordu Katar’ı. Bu açıklamalar ve girişimler sonrası kelimenin tam anlamıyla Trump’ın
göğsünün kabardığına şüphe yok. Bölgeye ziyaretinin nasılda işe yaradığını Twitter
hesabından böbürlenerek aktarıyor, radikal ideolojilere, terör destekçilerine karşı çıkılması
isteğinin (emrinin) anında yerine getirilmesinden duyduğu hoşnutluğu ifade ediyordu.
Varlıklarını ABD’ye borçlu olan despot, kukla emir(cik)ler için olmasa da onların yönettiği
ülke halkları için ne utanç verici bir aşağılanma. Trump’ın ablukaya alınmasını hararetle
desteklediği Katar’da el Üdeid Üssü’nde 10 bin ABD askeri bulunuyor. ABD’nin
Ortadoğu’daki en büyük üssünün terör destekçisi bir ülkede bulunuyor olması ise ayrı bir
hoşluk gerçekten. Gerçi yeryüzündeki aşağı yukarı her insan ABD’nin bir haydut devlet
olduğunu, her türlü tezvirat ve tutarsızlığı kendilerine mubah gördüklerini bilir. Terör
finansörü devletlerin babası olarak en hayırlı evladı Suudilerle, terör destekçilerine karşı
duruyor gözükmesi de o yüzden normal sayılabilir. Daha yeni ABD’ye 280 milyarlık silah
anlaşması ile rüşvet veren Suudi’lerin bu zamana kadar El Kaide’ye yaptığı destek de
kimsenin umurunda olmayacaktır haliyle.
Velhasıl asıl mevzunun teröre destek falan olmadığı aşikâr. Katar teröre destek vermişse bile
bu kesinlikle Suudilerin verdiğinden fazla değildir. Uzun zamandır Katar, kendisine rest
çeken bu koalisyonun kırmızıçizgilerini zorluyordu. İran, Hizbullah, Hamas ve İhvan’a
yönelik genel tavrın dışına kaymalar gösteriyordu.
Katar şuan, Trump ile birlikte yeniden açıkça baş düşman ilan edilen İran ile sürdürmeye
çalıştığı denge politikasının bedelini ödüyor. Yakında zamanda belki bir askeri darbeyle bile
karşılaşabilir. Bütün bu olanlar ilk yurtdışı gezisinde bütün bir körfezi darmaduman eden
Trump’ın İran’a yönelik açıklamalarını emir telakki eden Suudi Arabistan ve saz
arkadaşlarının bölgede İran’a karşı tek vücut olma konusundaki kararlılığını ve hiçbir şekilde
oluşturdukları cephede gedik açılmasını istemediklerini gösteriyor. Bundan sonraki süreçte
bölgeyi ve Katar ile çok yakın ilişkiler kuran Türkiye’yi neler bekliyor asıl üzerinde
durulması gereken konu galiba bu…
Suudi Arabistan’ın çektiği Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır’ın Katar ile bütün
diplomatik ilişkilerini kestiklerini duyurdular. (Bu kervana daha sonra Yemen, Libya ve
Maldivler de katıldı.) Diplomatik ilişkilerde karşılıklı horozlanmalarda, bizler daha ziyade
nota vermek, muarız devletin büyükelçisini alçak koltuğa oturtmak, olmadı en kötü ilişkileri
maslahatgüzar seviyesine indirmeye aşinayız. Bu seviyenin Büyükelçilik seviyesinden aşağı
olduğunu bilmekle beraber, ilişkilerin son tahlilde sürdüğünü biliriz. Ama Körfez’de olanlar
bunun çok ötesinde, söz konusu ülkeler tek kara bağlantısı Suudi Arabistan olan Katar ile
selamı sabahı tamamen kesmiş durumdalar. Bu ülkeler sınırlarını, hava sahalarını, limanlarını
Katar’a kapattılar. Ülkelerinde bulunan Katarlılardan 14 gün içinde ülkelerini terk etmelerini
istediler. Ve daha ne yaptırımlar ne yaptırımlar, hülasa bu minik ülke resmen abluka altına
alındı. Peki, bu hızlı ve öfkeli ülkelerin emirleri, kralları niye bu kadar celallenmişti?
Söz konusu ülkelerden gelen ardı ardına açıklamalardan anlıyoruz ki Katar’ı terörü
desteklemekle suçluyorlardı. Bu suçlamayı yapan ülkeleri görünce ister istemez insanın
yüzünde müstehzi bir tebessüm oluşuyor. Suudiler Katar’ın terör propagandasını yaptığını,
ülkesinde teröristleri barındığını söylüyordu. Mısır, IŞİD’in fikirlerini yaymak, İhvan
liderlerine kucak açmakla, Bahreyn ise İran bağlantılı terör örgütlerini desteklemekle
suçluyordu Katar’ı. Bu açıklamalar ve girişimler sonrası kelimenin tam anlamıyla Trump’ın
göğsünün kabardığına şüphe yok. Bölgeye ziyaretinin nasılda işe yaradığını Twitter
hesabından böbürlenerek aktarıyor, radikal ideolojilere, terör destekçilerine karşı çıkılması
isteğinin (emrinin) anında yerine getirilmesinden duyduğu hoşnutluğu ifade ediyordu.
Varlıklarını ABD’ye borçlu olan despot, kukla emir(cik)ler için olmasa da onların yönettiği
ülke halkları için ne utanç verici bir aşağılanma. Trump’ın ablukaya alınmasını hararetle
desteklediği Katar’da el Üdeid Üssü’nde 10 bin ABD askeri bulunuyor. ABD’nin
Ortadoğu’daki en büyük üssünün terör destekçisi bir ülkede bulunuyor olması ise ayrı bir
hoşluk gerçekten. Gerçi yeryüzündeki aşağı yukarı her insan ABD’nin bir haydut devlet
olduğunu, her türlü tezvirat ve tutarsızlığı kendilerine mubah gördüklerini bilir. Terör
finansörü devletlerin babası olarak en hayırlı evladı Suudilerle, terör destekçilerine karşı
duruyor gözükmesi de o yüzden normal sayılabilir. Daha yeni ABD’ye 280 milyarlık silah
anlaşması ile rüşvet veren Suudi’lerin bu zamana kadar El Kaide’ye yaptığı destek de
kimsenin umurunda olmayacaktır haliyle.
Velhasıl asıl mevzunun teröre destek falan olmadığı aşikâr. Katar teröre destek vermişse bile
bu kesinlikle Suudilerin verdiğinden fazla değildir. Uzun zamandır Katar, kendisine rest
çeken bu koalisyonun kırmızıçizgilerini zorluyordu. İran, Hizbullah, Hamas ve İhvan’a
yönelik genel tavrın dışına kaymalar gösteriyordu.
Katar şuan, Trump ile birlikte yeniden açıkça baş düşman ilan edilen İran ile sürdürmeye
çalıştığı denge politikasının bedelini ödüyor. Yakında zamanda belki bir askeri darbeyle bile
karşılaşabilir. Bütün bu olanlar ilk yurtdışı gezisinde bütün bir körfezi darmaduman eden
Trump’ın İran’a yönelik açıklamalarını emir telakki eden Suudi Arabistan ve saz
arkadaşlarının bölgede İran’a karşı tek vücut olma konusundaki kararlılığını ve hiçbir şekilde
oluşturdukları cephede gedik açılmasını istemediklerini gösteriyor. Bundan sonraki süreçte
bölgeyi ve Katar ile çok yakın ilişkiler kuran Türkiye’yi neler bekliyor asıl üzerinde
durulması gereken konu galiba bu…
16 Nisan 2016 Cumartesi
Uzay Sincapları ve Aşk (Fantastik Kurgu Denemesi)
BÖLÜM
1:
Elimi Bağlayan Bir Şey Var…
Bir Nisan gecesi…
Hava o kadar bozmuştu ki, hafif serpiştiren yağmur
şiddetlenmiş, rüzgâr son sürat esmeye başlamıştı. Sokaklar boşalmış, evlerine
çekilen insanlar dışarıdan gelen uğultularla ürperiyorlardı. Binaların su borularından
oluk oluk sular akıyordu. Taşan yağmur
sularının yerinden oynattığı rögar kapaklarına bakanlar, sanki bir canavarın
yukarıya çıkmak için kapağı zorladığını düşünebilirdi. Rüzgâr girdiği her delikte başka notaya
basarak çaldığı ıslık, adeta korku yayan bir melodiye dönüşüyordu.
Bu sırada gökyüzünde tanımlanamayan bir cisim hızla yere
doğru iniyordu. Bu tanımlanamayan cisim, dünyamıza çok uzak bir galakside
bulunan yeşil bir gezegenden geliyordu. İçinde ise bu yeşil gezegene ait,
gelişmiş bir zekâya sahip bir canlı vardı. İki ayakları üzerinde duran, turuncu
renkli, zeki bu canlı türünün adı “Pufy”iydi, bu pufynin özel adı ise, Filoo
Bal Rom’du. Dostları ona kısaca Bal derdi.
Bal içinde bulunduğu aracın hâkimiyetini yitirmiş, içeride
araçla birlikte sağa sola savrulmaktaydı. Daha önce hiç Rolt 878 kullanmamıştı,
bu araç uzun mesafeler için tasarlanmış, komplike bir araçtı. O genelde daha
yakın gezegenlere seyahat etmek için kullandıkları Rolt 700’e alışmıştı. Bal
epey gergindi, aracın kontrol panelinde hiç bilmediği bazı tuşlar vardı,
bunları sırayla deneyip, aralarından birinin hayatını kurtarmasını bekliyordu:
-Hımm, acaba şu yeşil
düğme tam olarak ne işe yarıyor, peki ya şu kırmızı? Kullanma kılavuzunda ani
düşüşler için bir bölüm vardı ve yumuşak bir iniş için bazı adımlardan bahsediyordu.
Neydi, neydi onlar? Hımm bir dakika, kırmızı düğme acil durum modunu açıyordu,
sonra yeşil düğmeyle birlikte, şuradaki kolu yukarı kaldırıp hızımızı
düşüyorduk ve ardından kahverengi tuşa basııı…
Çok uzak bir galaksiden, dünyaya gelen bu garip uzay aracı,
bir dağın tepesine düşmüştü…
Üç gün sonra…
Konya’da şehirlerarası otobüs terminalinin yakınlarında bir
evde, bir adam, bilgisayarını kapatıp
yatağına doğru gidiyordu. Gün ışımak üzereydi ve adam bir gece boyunca izlediği
dizinin 2. Sezonunu bitirmiş olmanın haklı gururuyla başını yastığa koyuyordu.
Adamın yüzünde sersem bir gülümseme vardı. Yorganına iyice büründü, bütün vücudunu sarmış
vaziyette. Dışarıda sadece kafası kalmış durumda; bu, bıyıkları ve çenesinin altında
bir tutam sakalı olan yüzü görenler uykunun mutlulukla kesin bir ilgilisi
olduğuna kanaat getirirlerdi. Sıcak bir uyku vücudunu kapladığı sırada, yatağının içinde kendisinden başka bir canlının
daha olduğunu, sağ ayak başparmağının ufak bir dil tarafından yalanması
suretiyle anlıyordu. Adam üzerindeki yorganı panikle fırlatıp, sıçradı. Açılan
yorganla ifşa olan ufak tüylü bir canlı, iki eliyle yüzünü kapattı. Adam korkudan
eline aldığı yastıkla kendini siper etti.
İlk şokun etkisini attıktan sonra, elindeki yastıkla, yavaşça bu ufak
tüylü şeye yaklaşmaya başladı.
-Sen nereden geldin
buraya, nesin sen, köstebek misin ha, kirpi misin nesin arkadaaaş!?
- Sincap!
-Neeeüy?
-Sincaaap (Tek elini gözünden çekip adama bakar)
-Laaaaaan! Bismillahirrahmanirrahim.
Allah’ım n’oluyor, kafayı mı yedim yoksa!? Delirdim iyice, kafayı yedim galiba.
O son bölümü izlemeyecektim. Sen nasıl konuşuyorsun be?
-Sakin ol lütfen, korkutuyorsun beni
-Asıl sen beni korkutuyorsun be, manyak. Allah’ım rüya mı görüyorum,
neler oluyor, sen aklımı koru!
Adam odanın içinde şaşkın şaşkın
gezinmekteydi, anlamsız hareketler yaparak içinde bulunduğu bu tuhaf durumu
sorgulamaya başlamıştı. Neler oluyordu, şuan uykuda mı yoksa uyanık mıydı?
Konuşan bir sincap başka neler yapabilirdi? Odanın içinde turlamaya devam etti,
aniden durup sincaba bakıyor ve sonra odanın içinde turlanmaya devam ediyordu.
Sincap da şaşkın halde onu izliyordu. Bir süre daha gezinen adam emin adımlarla
sincaba yaklaştı ve tane tane konuştu:
-Az evvel benimle konuştun mu gerçekten?
-Evet
-Vay canınaaaa. Sen bir tür robot falan mısın dostum?
-Hayır
-Çıldıracağım Allah’ım. Sen kimsin ve burada tam olarak ne yapıyorsun?
-Sakin olursan anlatacağım. Bak ben buraya bir görevi yerine getirmek
için geldim.
Adam kendini tutamaz ve kahkahayı
basar.
-Hahahaha, görev mi? Hahahahahaha, tipe bak. Görev mi? Hahahaha
-Kaba bir adamsın
-Öhöm, özür dilerim. Yalnızca şaşkınım. Eğer sen benim zihnimde
oluşturduğum bir şeysen sanırım kafayı yedim. Ki bu da çok muhtemel, zira şu
sıralar sabaha kadar film ve dizi izliyorum, onların etkisi olabilir. Yok, eğer
karşımda duran sen gerçekten var isen işte bu olağanüstü bir şey adamım ve bir
o kadar saçma. Gerçekten çok saçma, hahahahaha. Öhömmm, görevin neymiş bakalım?
-Görevim komik çocuk, dünyanıza düşen bir uzay aracını bulmak.
-Dünyanız derken? Sen uzaylı bir sincap mısın?
-Dünyalı sincaplar konuşabiliyor mu?
-Bilmem, anlamaya çalışıyorum. Sen şimdi nereden geldin?
-Ben Nemf isimli bir gezegenden geliyorum. Aslında bizim orada da
sincaplar konuşamazlar zira bizim orada sincap yok. Ben özel görevim nedeniyle
bu haldeyim.
-Görev, görev, görev! Nereye düşmüş bu uzay aracı bakalım?
- Takkeli Dağ adlı bir yere.
-Hımm. Eee niye buradasın ve neden benim ayağımı yalıyorsun?
-Bu Takkeli Dağ denilen yere tek başıma çıkamam, bana sen yardımcı
olacaksın.
-Yeak yaaa. Niyeymiş o?
- Çünkü yaptığım araştırmaya göre bunun için ideal birisin. Ayrıca
vücut değerlerinde buna gayet uygun
-Nasıl be, ne araştırması?
-İyi biri olduğunu düşünüyorum, dışarıya verdiğin enerjiyi rahatlıkla
alabiliyorum. Yardımsever birisin. Ayrıca vücut değerlerini ölçmek için ayak
başparmağını biraz ıslatmam gerekti.
-iğrençsin!
-Sen de komik birisin!
-Hııı şapşal
-O çenenin altındaki tuhaf şey de ne?
Çok gülünç!
-Bu bir kere senin anlayabileceğin bir şey değil, ayrıca konuşan bir
sincaba göre fazla özgüven sahibisin.
-Neyse fazla vaktimiz yok hadi, bir an önce işe koyulalım.
-Hahaha oldu, sana iyi çalışmalar.
Adam yatağına girer. Sincap da
adamın üzerine çıkar ve yüzüne doğru yaklaşır.
-Hey hadi kalk. Yardıma ihtiyacım var.
- Takkeli Dağ’a niye tek başına gidemiyorsun ki? Sana dağı
gösterebilirim ama şimdi uyuyacağım. Daha sonra…
-Olmaz birlikte gitmeliyiz. Çünkü benim tek başıma oraya gitmem mümkün
değil.
Sincap üzgün bir ifadeyle adama
bakar, dudaklarını büzer ve “lütfen sen olmazsan başaramam, yardım et
bana” der. Adam:
-Bana bak adın ne senin?
-Mohho
-Bak Moho
-Moho değil Mohho
-Peki, bak Mohho, benim bi sürü işim gücüm var, sana yardım etmeyi çok
isterdim. Hem seni çok iyi tanımıyorum. Ayrıca bak Takkeli Dağ’a falan ben
hayatta çıkamam, hadi çıktım diyelim hayatta inemem, onun içün sen başka birini
bul. Hem sen daha iyisini bulursun bence. Tamam mı?
-Peki, ben de sana o kız konusunda yardımcı olmayı teklif edecektim.
Neyse, çok sağol.
Adam aniden irkilir ve yatağında
doğrulur.
-Hangi kız?
-O kız işte, şu son zamanlarda yakından ilgilendiğin, masallar
anlattığın. Yeşil gözlü, sevimli kız…
Adam bir müddet sessiz kalır, Mohho sorar:
-Yardım edecek misin?
- Tam olarak ne olduğunu bilmiyorum ama elimi bağlayan bir şey var,
sanırım sana yardım edeceğim…
Adamın gözlerinin önüne birden o
güzel yüz canlanır, yemyeşil gözleri ile ona bakıp, gülümser. O sırada odanın içinde adamın 07.00’ye
kurulmuş telefonunun alarm çalar: Marc Almond ve Gene Pitney birlikte
söylüyorlardır: Something`s Gotten Hold Of My Heart…
21 Ocak 2016 Perşembe
Knidos Antik Kenti
KNİDOS ANTİK KENTİ
Üç tarafı
denizlerle, her yanı kadim medeniyetlerin izleriyle dolu olan Anadolu
coğrafyasının eşsiz doğal güzellikleri ve tarihi/kültürel zenginliklerine
hatırı sayılır bir katkı da Knidos antik kenti yapmaktadır. Knidos, Muğla ili
Datça ilçesinde bulunan Reşadiye yarımadasının ucunda bulunmaktadır. Burası 67
km uzunluğundaki bir yarımadanın uç noktasıdır ve bu konumuyla benzersiz bir
coğrafi yapıya sahiptir.
Kent,
yarımadanın sonunda dar bir berzahla bağlanan anakara ve küçük bir ada üzerinde
kurulmuştur. Ada anakaraya yüzyılların getirdiği alüvyonlarla oluşmuş kıstak
ile bağlanmıştır.
MÖ 360 tarihlerinde
bölge Pers hâkimiyetindedir ve yine bu zamanlarda Knidoslular Datça ilçesinin
yakınlarında olduğu tahmin edilen kentlerinden ayrılarak Tekvir mevkiindeki
yeni Knidos kentini kurmuşlardı. Strabon, Knidos’un hem ada hem kara üzerinde
yerleşim biçimiyle çift kent görünümünde olduğunu yazar. Her iki yerleşimin
etrafı birbirinden bağımsız surlarla çevrilidir. Prof. Dr. Adil Tırpan bu durum
için: “Kara surlarının çevirdiği yamacın
doğu ucunda şehre bir eklenti gibi yer alan akropol surlarını da hesaba
katarsak Knidos antik kentine tripolis denilebilir” demektedir.
Knidos,
antik dönem boyunca ticari faaliyetleri, anıtsal yapıları, sanat eserleri ile
çağın en önemli kentlerinden biri olmuştur. Şehrin deniz ticaret yollarının
kesişme noktası oluşu konumuna stratejik bir önem katıyordu. Bu durumu iyi değerlendiren Knidoslular kısa
zamanda antik dünyanın ekonomisinde söz sahibi hale geldiler. Bunların yanı
sıra Dor Birliği’nin dini merkezi olmasıyla birlikte Knidos altın bir çağ
yaşamıştır.
Doç. Dr. Ertekin
Mustafa Doksanaltı bu antik kentin anakarayla birleşen ucuyla ilgili şunları
söyler: “Deniz ticaretinin başlangıcından
beri, Batı Anadolu ve Yunanistan kıyılarında yer alan merkezler ile Güney
Anadolu, Fenike ya da Mısır arasındaki deniz rotasının kavşak noktasında yer
alan yarımadanın ucu ve dolayısıyla bu küçük ada ticaret ve savaş gemilerince
çok iyi tanınan bir nokta olmalıdır.”
KENTİN KURULUŞU
Knidos önce bugünkü Datça ilçe merkezinin
1,5 km kuzeydoğusunda Dalacak burnu üzerindeki Burgaz mevkiinde
kurulmuştu. Sonra Yarımadanın batı ucundaki Tekir Burnu üzerine taşındı. Antik
kaynaklardan bazıları kentin kuruluşunu Argoslu bir kahraman olan Triopas’a
dayandırır. Bahsi geçen kuruluş efsanesine göre Triopas’ın Knidos yarımadasında
Triopion olarak adlandırılan bir yerleşim yeri ve kutsal alan kurmuş olduğundan
bahsedilir. Herodotos’a göre Argoslu kahramanın kurduğu Triopion yarımadanın en
ucunda yer alır ve denizden yükselen bir burun şeklindedir. Thukydides ise bu
ismi, Knidos topraklarındaki çıkıntılı bir burun olarak ifade eder.
Yapılan kazılar sonucunda yerleşim
başlangıcı MÖ VII yüzyıla tarihlendirilmiştir. Zamanla oldukça güçlü bir kent
haline gelen Knidos’a komşu kentler şunlardır: Lindos, Kameiros, Ialysos, Kos,
Halikarnasos ve Delos’tur. Bu kentlerin beşiyle(Lindos, Kameiros, Ialysos, Kos,
Halikarnasos )birlikte Dor Hexapolisi’ni oluşturdular. Dor’lar Knidos’u
ticaretin ve kültürel hayatın en önemli liman şehri yapmayı başarmışlardı.
Knidos; bilim, mimarlık ve sanatta da oldukça ileri bir
kentti. Tarihin büyük astronomi ve matematik bilimcisi Eudoksus, doktor Euryphon, ünlü ressam Polygnotos ve
dünyanın yedi harikasından biri sayılan İskenderiye
Feneri’nin mimarı Sostratos burada
yaşadı.
Doktor Euryphon ve öğrencileri zamanının ikinci büyük tıp
okulunu Knidos’ta kurdular. Eudoksus’un geliştirdiği ve dönemin büyük buluşu
olan güneş saati, ören yerinde bugün de görülebilir.
Herodotos’un “Tarih”inde Knidos:
“Bunların toprakları denize bakar; Triopion denilmesi
bundandır; burası Bybassos Yarımadasının uzantısıdır; bütün Knidos toprağı,
ince bir kıstak dışında, suyla çevrilidir; kuzeyi Kerameikos Körfezi, güneyi
Syme ve Rhodos Denizi’dir. Harpagos, İonia’ya indiği zaman Knidoslular, bu
aşağı yukarı beş stat genişliğindeki kıstağı kazmaya başladılar; yurtlarını
ada haline getirmek istiyorlardı. Böylece tamamen kendi yurtlarına çekilmiş
olacaklardı, zira kazmak istedikleri yer, Knidos topraklarını anakaraya
bağlayan toprak parçasıydı. Pek büyük insan emeği harcandı bu iş için; ama
görülmemiş bir olay geldi başlarına, işçiler taşları kırarlarken çeşitli
yerlerinde ve en çok da gözlerinde inanılmaz büyüklükte yaralar açılmaya
başladı. Delphoi’ye elçiler gönderip bu nedir diye danıştılar, Knidosluların
kendileri anlattılar, Pythia şu üçlü iambos ile cevap vermiş:
Kıstak ne kale ister ne kazılmak
Zeus isteseydi bu kayaya ada yapmaz mıydı?
|
Şehrin
önemli mimari faaliyetlerinin MÖ IV. Yüzyılın ikinci yarısında başladığını
söyleyebiliriz. Bu devirde Knidos darphanesinde basılan sikkelerin üzerini ünlü
heykeltıraş Praxiteles’in Knidoslu Afrodit eseri süslüyordu. Bunların yanı sıra
Skopas, Bryaxis gibi ünlü heykeltıraşların çalışmaları, Eudoxos’un “rasathanesi”
bu yüzyılın önemli imar faaliyetleridir. Kentin stratejik konumu onu savunmaya
yönelik imara özen göstermeye zorlamıştır.
|
KNİDOS KAZILARI VE
YAĞMA
1858-59
yıllarında Kraliyet Mühendisleri’nin maddi desteğiyle Sir Charles Thomas
Newton, Britis Museum adına Knidos’ta ilk kapsamlı ve planlı kazıları
gerçekleştirir. Bu çalışmalarda, “Aslanlı Mezar Anıtı” , “Demeter Kutsal
Alanı”, Musalar Kutsal Alanı” , “Nekropol Alanı” “Küçük Tiyatro” ve “Odeon”da
kazılar yapılmış ve bulunan değerli eserlerin büyük bir bölümü Londra’ya
götürülmüştür. Götürülen ve British Museum’da sergilenen bu eserler arasında en
ilgi çekici olanı hiç kuşku yok ki “Knidos Aslanı”dır. Bu eser ana giriş
kapısının açıldığı büyük avlunun hemen başında bulunur. Uzunluğu 3.01,
yüksekliği 1.80 metredir. Bu eserde aslında Dorik düzende inşa edilmiş bir
mezarın piramidal çatısı üzerinde durmaktaydı. Newton’un günlüklerinden
öğrendiğimize göre tonlarca ağırlıktaki bu aslan heykeli 100 Türk işçisiyle
yapılan zikzak rampa yol sayesinde aşağı kıyıya indirmiştir. Günümüzde British
Museum’da sergilenen Knidos Aslanı ve Knidos’a ait yüzlerce kasa heykel 28
Eylül 1858’de The Supply adlı donanma gemisinin kargosunda Londra’ya doğru yola
çıkmıştı.
BÜYÜK TİYATRO
Büyük
Tiyatronun mimari parçaları, Aphrodite Tapınağının sütunları, Mısır Valisi
Kavalalı Mehmet Ali Paşanın Kahire'deki sarayında ve Dolmabahçe Sarayının iç
merdivenlerinin yapımında kullanıldı.
KÜÇÜK TİYATRO
4500 kişilik
Küçük Tiyatro, Knidos'un en iyi korunmuş yapısıdır. Yapı MÖ. IV Yüzyıla
tarihleniyor. Son buluntular ışığında,
antik dünyanın en eski tiyatrosu olma özelliğine sahip oldu.
Roma
Döneminde, su oyunları, deniz savaşları ve gladyatör gösterileri yapılabilecek
şekilde tadilat geçirdi.
Bölgede
ayrıca Apollon Tapınağı bulunurdu. Her yıl altı Dor kenti (Dor Heksapolisi)
burada toplanır, basamaklara (Tiyatron)
oturur, Tanrı Apollon adına düzenlenen şenlikleri izlerdi. Kentin kuruluşuna
tarihlenen Anıtsal Kapı da kazılarına devam edilen Liman Caddesi ile Doğu-batı
caddesinin kesişme noktasında yer alıyor. Podyumlu Tapınak/Korinth Tapınağı,
Yükseltilmiş bir podyum üzerinde, MS. III. Yüzyıl’da İmparator Hadrianus
döneminde inşa edilmiştir. Erken Bizans Döneminde kiliseye çevrilen Dionysos
Tapınağı ise MÖ. III. Yüzyıla tarihlenmiştir.
1857 de
Newton tarafından bulunan Demeter Tapınağında bulunan oturur durumdaki Tanrıça
Demeter Heykeli ve Bryaxis'in yaptığı Dionysos Heykeli, Rahibe Nikokleia Heykeli
bugün British Museum’da sergileniyorlar.
KNİDOS KRONOLOJİSİ
- MÖ. 545 yıllarında, Pers komutanı Harpagos'a karşı,
Datça yarımadasının doğu ucunda kanal açıp ülkelerini ada haline getirmek
istedilerse de başarılı olamadılar. Kentlerini direnmeden teslim ettiler.
Persler Knidos’a zarar vermediler. Bu yüzyılda Knidos, şarap ihraç eden önemli
bir ticaret merkezi konumuna gelmiştir.
- V. yy. da Delos Deniz Birliğine üyedir.
- MÖ.394 yılında, Atinalı Amiral Konon, Spartalıları
Knidos açıklarında yenilgiye uğratır.
- MÖ. 387 yılındaki Kral Barışı ile Pers egemenliğine
girdi.
- MÖ.360 yıllarında Eski Knidos (Datça) kentinden, Bugün
Tekir Burnu’ndaki yerlerine taşındılar.
- MÖ. 334 yılında Büyük İskender'e direnmeden teslim oldular.
- MÖ. 129 yılında kent Roma Eyalet sınırlarına dâhil
oldu. İmparatorluk Döneminde, özgür kent durumundaydı.
- Hıristiyanlık Döneminde, küçük bir kasaba ve
piskoposluk merkeziydi. Bu dönemde 5 kilise ve bir şapel yapıldı.
- 6. ve 7. yüzyıllardaki Arap akınları ve korsan
saldırıları kentin sonunu hazırladı ve tamamıyla terk edildi.
KNİDOS APHRODİTESİ
Atinalı heykeltıraş Praxiteles’in yaptığı bu
heykel hiç kuşku yok ki antik dünyanın en meşhur heykelidir. Zira ilk kez
bir tanrıça çırılçıplak tasvir edilmiştir. Meşhur heykeltıraş Praxiteles, İstanköy Adası sakinlerinin siparişi için iki Afrodit heykeli
yapar. Bunlardan birinde tanrıça figürü örtülüyken diğerinde tanrıça çırılçıplaktır.
Ada sakinleri, çıplak heykeli almak istemez ve heykel Knidos şehri tarafından
alınır ve şehrin en yüksek terasına yerleştirilir. Bu heykel sayesinde çok
büyük bir üne kavuşan Knidos parlak dönemleri geride kalıp yoksullaştığında
bile Bithynia Kralının büyük para önerisini, yapılan halk oylaması sonucu geri
çevirip heykelleriyle birlikte sıkıntıya katlanmayı seçerler.
Heykelin çok estetik bir dayanağı vardır.
Bir hydrianın üstünde bol kumaşlı bir örtüyü tutmaktadır. Tanrıçanın bu örtüyü
tutuşu çok zariftir. Burada zarafet içinde bir çıplaklık söz konusudur.
Hareketli ve sabit bacak ve vücut kıvrımları frontaliteyi bozar. Hareketli ayak
adeta yeri okşar gibidir. Gevşek topuzlu saçlarının üzerinde tanrıçaya has bir
bant vardır. Tanrıçanın boynunda daha sonra “venüsring” denilecek guatr izleri
dikkat çeker. Heykeltıraşın âşık olduğu Hetere isimli kadının guatrlı olması
eserlerine de yansımıştır. Yansıyan bu özellik antik çağda bir güzellik
anlayışı olarak benimsenmiştir.
KAYNAKÇA
Prof. Dr. Ahmet Adil Tırpan - Knidos
Akropol Surları
Doç. Dr. Ertekin M. Doksanaltı - Knidos- Kap Krio Yerleşim Alanı
Doç. Dr. Ertekin M. Doksanaltı - Knidos Aslanı C.T Newton ve Mehmet Ali Ağa
Herodotos – Tarih
Vikipedi
15 Ocak 2016 Cuma
Ayıya Tapan Halk: Aynular!
Aynular!
Japonya’nın kuzey adalarında yaşayan bu halk, vücutları Japonlara benzemesine
rağmen beyaz ırkın en uç temsilcisidirler. (En yakın beyaz ırkla aralarında 5
bin mil mesafe var.) Antropologların
araştırmalara doyamadığı Aynular, balıkçı, avcı bir halktır. Yarı göçebedirler.
Ayrıca yeryüzünün en kıllı insanları oldukları söyleniyor.
Bu
halkın ilgi çeken bir başka yönü de inançları… Aynular, insanların yaşadığı
dünyayı tanrıların dünyasından çok daha güzel bir yer olarak düşünürler.
Tanrıların ara sıra turistik amaçlı dünyayı ziyarete geldiklerini düşünen bu
neolitik bitki üreticisi halk tanrıların bu ziyaretlerini hayvan kılığında
yaptıklarına inanırlar. Bu topluluğa göre yeryüzündeki hayvanlar tanrıdırlar.
Dünyada gördüğünüz kuş, böcek dâhil bütün hayvanlar dünyayı ziyarete gelmiş
tanrılardır. Yunus deniz tanrısıdır, baykuş köy tanrısı ayı ise dağ tanrısıdır.
Aralarında en önemlisi ayıdır. Zaten Aynular ayılara tapan halk olarak nam
salmışlardır.
Dünyanın
tanrıların dünyasından daha güzel olma fikri kadar ilginç olan tanrıların
dünyayı hayvan olarak ziyaret etmesidir. Peki, Aynular dünyayı ziyaret eden
tanrılar olarak kabul ettikleri hayvanlarla ilişkileri nasıldı? Joseph Campbel’in Doğu Mitolojisi kitabında anlattığına
göre: “Dağlarda çok genç bir ayı yavrusu
yakalandığında zaferle köye getirilir, kadınlardan biri onu emzirir, çocuklarla
oynar ve büyük sevgi görür. Büyüdüğünde sağlam bir ahşap kafese konulur. Balık
ve darı ezmesiyle beslenir. Daha sonra zamanı geldiğine karar verildiğinde bir
Eylül günü gövdesinden kurtulması ve neşeyle dağdaki evine dönmesi için tören
düzenlenir. Bu şölen uzağa göndermek adı verilir.” Ne kadar
sevimli değil mi? Bütün köy ahalisi onu seviyor, çocuklarla oynuyor, iyi
besleniyor, saygı görüyor, ayı için çok keyifli olmalı. Peki, şu “uzağa
gönderme şöleni” denilen tören de neyin nesi oluyor? Evet, insan işkilleniyor
değil mi? E doğrusu haksız sayılmayız zira ayının “gövdesinden kurtulması” ve neşe içinde dağdaki evine uğurlanması
nasıl gerçekleşiyor? Bahsi geçen şöleni ahaliden biri verir ve bu kişi halka
şöyle seslenir: “ben şuyum, falan
köydenim, dağların küçük ilahını kurban edeceğim. Şölene gelin, uzağa gönderme
neşesini birlikte yaşayalım. Gelin.”
Yapılan
çağrı sonrası davete icabet eden konuklar şölen alanına gelir. Daha sonra değişen
boylarda uçları başa benzeyecek şekilde dua çubukları yapılır. Bunları ocağın
yanına, ateş tanrıçası Fuji’nin (Japonya’da sönmüş bir yanardağ var bu isimde) hep
hazır olduğu yere dikilir. Çubuklar burada kutsanır, daha sonra dışarı
çıkarılır ve ayının öldürüleceği yerde toprağa dikilir. Kadın ve çocuklar dans
eder, erkekler kafese yaklaşır. Bütün cemaat ayının etrafında daire olur.
İçlerinden biri ayıya (tanrıya) yaklaşır ve mevzuyu anlatır: “Ey kutsal varlık, bizim avlamamız için
dünyaya gönderildin. Onlarla buluştuğunda bizden iyi bahset, sana ne kadar iyi
davrandığımızı anlat. Gene buyur gel, seni yine kurban edelim.“
İplerle
zapt edilen ayı kafesten alınır ve daire biçimdeki insanların etrafında
gezdirilir. Uçları kör küçük bambu oklar, siyah beyaz geometrik desenlerle
süslenmiş ve uçlarında bağlanmış rende talaşlarıyla hayvana atılır. Ayı kızana
kadar rahatsız edilir. Sonra süslü direğe bağlanır, iki güçlü adam onu tutarken
bir üçüncüsü çenelerinin arasında bir ahşap parçası yerleştirir. İki kişi ön,
iki kişi arka ayaklarını tutar, boğma direklerinden biri bir gırtlağına, öteki
ensesine dayanır. İyi nişancılardan biri tam kalbine ok atar. Direkler
sıkıştırılır ve küçük ziyaretçiye güle güle partisi biter.
Daha
sonra ayının başı postuyla beraber alınır eve götürülür. Doğuya bakan pencereye dua çubukları ve
hediyelerle birlikte konulur.(Oradan şöleni izleyeceğine inanılır.) Ağzının
dibine kendi etinden lezzetli bir parça da konulur. (Balık vs falanla beraber)
Şölenin bu kısmında şu konuşma yapılır: “Sana
bunları veriyoruz onları büyüklerine götür. Yolda oyalanmadan annene babana
git. Yoksa cinler armağanlarını kapar. Aynular bana çok iyi baktı falan filan
de… Alın hediyeler getirdim, neşelenin de…”
Kutlamaya
tam gaz devam edilir, ayıyı geldiğinde emziren kadının ağlama ve gülme
ritüelleri gerçekleşir. Daha sonra ayının önüne dua çubukları ve bir yahni
tabağı konulur. Biteceği kadar zaman geçince şölenin önderi küçük tanrı
yemeğini bitirdi hadi tapılanım der. Herkese yahniden bir parça verir. Hayvanın
diğer parçaları da yenir. Bazı erkekler güçlenmek için kanını içer. Sonra
ayının başı postundan ayrılır ve gönderme direği denilen bir direğe geçirilir
ve eski şölenlerden kalma kafataslarının yanına konulur. Sonraki birkaç gün
ayının yenilmedik parçası kalmayana kadar şölen sürer.
Masalsı ve neşeli başlayan bir filmin birden kan revan, dehşet
verici bir filme dönüşmesini andıran acayip bir hikâye… Kadim mitolojik köklere
dayanan bu inancın daha detaylı izini belki ilerde süreriz, hoşçakalın, esen
kalın, dağılın!
Aynuların müzik aleti tonkori: https://www.youtube.com/watch?v=Ur8-K_Hr8jw
9 Ağustos 2015 Pazar
SERVET YAP BİR OMLET (ROMANTİK KOMEDİMSİ)
Servet mutfakta bir yandan omlet yaparken, bir
yandan da salonda bulunan televizyonun sesini iyice açmış haberleri dinliyordu.
Çok dikkatli dinlediği söylenemezdi ama arada sırada ilgisini çeken şeyler
duyduğunda hareketsiz durup anlamaya çalıştığı oluyordu. Çamaşır suyu bulaşmış
pembe tişörtü, beyaz şortu, kahverengi çorap ve sarı banyo terlikleriyle
yeterince sınırları zorlayan Servet’in, bu dikkat kesildiği anlar estetik
kaygıya sahip bir insanı dehşete düşürebilirdi.
Servet baharatlığa uzanıp, karabiber
sandığı kimyonu aldı ve az evvel çırptığı yumurtanın içine boca etti.
Tereyağını tavada erittikten sonra, peynirleri kavurmaya başladı. Bu sırada
televizyonda meclisteki grup konuşmalarından bölümler verilmeye başlanmıştı.
İlk olarak Başbakan Davutoğlu’nun konuşmasından bölümler aktarılmaya başlandı.
Servet çirkin terliklerinin çıkardığı, çirkin sesler eşliğinde tezgâhtaki
yumurta kabuklarını alıp mutfak balkonuna çıktı. Balkonun manzarası boş bir
araziye bakıyordu, hemen ileride bir inşaatın temelleri atılmış vaziyette
aylardır bekliyordu. Esneme hareketleri
yapıp, manasızca etrafı süzdü, uzaktan bir ses işitir gibi oldu, kulak kesildi
ve sonra tekrar esnedi, yumurta kabuklarını kenardaki çöp sepetine attı. Tekrar
içeri girerken çirkin terlikleri yine o çirkin sesleri çıkarıyordu. Servet,
çırptığı yumurtayı güzelce tavaya döktü. Televizyondan gelen ses bu kez CHP
Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na aitti. Servet bir müddet hareketsiz kalıp, salondaki
ekrandan gelen sesi anlamaya çalıştı. Kılıçdaroğlu: “Karadenizliler yiğit adamlardır, bir şey söyledi mi arkasında dururlar”
diyordu. Servet tahta kaşıkla tavayı karıştırarak hareketsizliğine son verdi.
Omlet hazır sayılırdı, ocağın altını söndürdü. Diklemesine dörde böldüğü salatalıkları,
portakal suyunu ve poşetteki ekmeği alıp salona gitti ve televizyonun
karşısında yere serdiği gazetelerin üzerine koydu. Tekrar mutfağa döndü, omlete
baktı, kafasını tavaya yaklaştırıp, gözlerini kapatıp, ımm ımm diyerek omleti büyük bir şevkle kokladı. “Ağzıma layık doğrusu” demeyi de ihmal
etmedi. Gerçi koklarken öyle ımm ımm
diye sesler çıkarmasını gerektirecek bir koku almamıştı, hatta koku bile
almamıştı. Ama işte o da yemek yapan adam ritüelini gerçekleştirmeye can
atıyordu. Ocağın yanındaki çekmeceden
bir adet çatal ve hemen tezgâhın üzerinde duran tuzluğu aldı. Ellerini
rahatlatmak için tuzluğu cebine koydu ve tavayı alıp içeri geçti. Tavayı
sofranın ortasına yerleştirdi, çatalı içine bıraktı. Tam oturmaya hazırlandığı
sırada kapı çaldı. Dizleri bükülmüş, yarı oturur, yarı ayakta bir vaziyete üç
beş saniye bekledi. “Kim bu şimdi ya”
diyerek gönülsüzce kapıya yöneldi. Kapıya gidiş süresi uzun sürmedi ama kapı üç
kez ısrarla çaldı. Servet minik mırıltılar şeklinde duyulan küfürler eşliğinde
elini kapının koluna attı. Kapıyı açtığındaysa karşısında hiç beklemediği
birini gördü. Servet’e kapıyı açmadan önce kapıdakinin kim olduğunu haber veren
bir güç olsaydı, o kapıyı açmadan önce muhakkak üzerindeki çirkin kıyafet
kombinasyonu “daha az çirkin” hale getirecek bir şeyler yapardı. Kapıyı açıp
karşısında apartmanın en güzel kızını bulan Servet, kızın karşısında ne
bulduğunu düşünmek bile istemiyordu. Servet şapşal bir gülümseme ile “ buyurun” dedi. Kız, “Merhaba, ben Demet, üst kat komşunuzum”
dedi. Servet içinden, “biliyorum canikom,
biliyorum, üst kat komşumuzsun, apartmanımızın gülüsün, çiçeğisin” diyordu.
Kız devam etti: “ya kusura bakmayın,
yemek yapıyorduk, sonradan fark ettik ki tuz kalmamış evde, markette
biliyorsunuz epey uzak, üşendik gitmeye, sizden rica edelim dedik.” Servet,
Bruce Wilis’in gülüşünü taklit etmek için sol gözünü kısıp, dudağındaki gülüşü
de sola kaydırdı. Bu haliyle daha ziyade Çoşkun Sabah’a benzemişti ama farkında
değildi. Kız, mahcup bir edayla, “şey
yani varsa biraz tuz isteyecektim” dedi. Servet istem dışı üzerini yokladı ve
yine istem dışı bir hareketle şortunun cebindeki tuzluğu fark etti ve yine
istem dışı ani bir hareketle cebinden tuzluğu çıkarıp kıza uzattı. Kız da bu ani hareket karşısında nutku
tutulmuş bir vaziyette tuzluğu aldı. Servet, “Allah’ım ne kadar saçma bir şey oldu öyle” diye içinden geçirdi.
Kız, şaşkınlığını gizlemekte zorlandı, karşısında cebinden tuzluk çıkaran bir
adam duruyordu. Şaşkınlığı yüzünden okunuyordu,
uzun süren sessizliği tedirgin bir tebessümle “teşekkür ederim” diyerek bozdu. Servet, kapı aralığından kız
merdivenlerden üst kata çıkana kadar baktı. Tuhaf duygular yaşıyordu, nasıl bir
durumun içinde olduğunu pek kavrayamıyordu. Kız acaba ne düşünüyordu, olayları
nasıl algılamıştı ve tuzluk ne ara cebine girmişti? “Neyse” diyerek elini savuşturdu ve kapıyı örttü. Salona girdiğinde
ev arkadaşı Rüstem’i gördü. Sofraya oturmuş, omleti yiyordu. Servet büyük bir
şaşkınlıkla, “Sen ne zaman geldin, okulda
değil misin oğlum sen?” diye sorudu. Rüstem, bir yandan omlete ekmeğini daldırıp
bir yandan da cevap verdi: “Geldiğimde
mutfakta balkondaydın, merhaba dedim ama duymadın galiba, içeri oda da uyumuşum
biraz, bu arada kimyonlu omlete de bayılırım ama buna biber de koyacaksın
azıcık, daha iyi olur.” Servet, cıyaklayan terliklerini öttüre öttüre
sofraya doğru yürüdü, omlete ve daha sonra Rüstem’e baktı. Nazarını Rüstem’e
yoğunlaştıran Servet, “ne kimyonu la?” dedi.
29 Mart 2015 Pazar
Bir gece yarısı rüyası...
Çok derin bir uykuya dalmıştı. Rüyasında yağmurlu
bir gecede, bir sokak ortasında duruyordu. Gökyüzüne baktığında yeşil bulutları
yararak süzülen ayın ışıklarını görebiliyordu. Derin derin soludu. Sakince
yürümeye başladı. Çok uzaklardan köpek sesleri geliyordu. Üzerinden bir gölge
geçtiğini hissetti/sandı. Adımlarını hızlandırdı, kapalı bir yer bulursa
girmeyi düşündü. O niyetle kaldırım kenarına yanaştı, kenarda apartmanlar
vardı. Apartmanlardan birine yaklaştı, kapıyı zorlamayı düşündü. Ama kapısı
yoktu. Bütün sıra boyunca tek tek baktı ama hiçbir apartmanın giriş kapısı
yoktu. El yordamıyla yokluyordu ama nafile. En son yokladığı apartmandan bir
adım uzaklaştığında oranın aslında yüksek bir duvar olduğunu fark etti. Geldiği
yolu geri dönmeyi düşündü. Sonra önüne doğru baktı, uzaklardan geçen arabaların
farlarını görüyordu. O yöne gitmeyi düşündü. Duvar kenarına adeta yaslanarak
yavaş yavaş yürüyordu. Birkaç kez bazı sesler duyar gibi olmuştu, seslerden
ürktüğü için hafifçe hızlanmaya karar verdi. Onu takip eden birileri olduğunu
düşünüyordu, arkasına dönüp bakmaya cesaret edemedi, hızlı adımlarla yürümeyi
sürdürdü. Arkasındaki şeyin nefes alış verişlerini duyuyordu. Sonra kendi
nefesini tutmasıyla gelen sesin kaybolduğunu fark etti. Kendi soluğundan korkmuştu.
Bu durum onu çok rahatlatmış sayılmazdı. Bir an evvel aydınlık ve kalabalık bir
yere varmayı ya da sığınabileceği kapalı bir yer bulmak istiyordu. Duvar
kenarında yürümeyi sürdürüyordu. Biraz sonra, ileride önünde bir beyazlık fark
etti. Yavaşça yürümeyi sürdürdü. Ne olduğu anlamaya çalışıyordu, beyaz bir
poşet, çanta vs olabileceğini düşündü ama yaklaştıkça tüylerini fark etti.
Beyaz bir köpek kaldırıma kıvrılmış yatıyordu. Kalp atışları hızlandı, yavaş
hareketlerle yola doğru yürüdü. Köpeğin yanından geçerken dikkatle onu kontrol
ediyordu. Yanından geçip kafasını yola çevirdiğinde duyduğu hırlamayla irkildi.
Köpek uyanmıştı. Arkasına dönüp baktığında, köpek ona doğru dönmüş ve
hırlıyordu. Karanlıkta parlayan beyaz dişlerini seçebiliyordu. Önüne dönüp koşmayı
düşündüğünde ileride iki köpeğin daha olduğunu fark etti. Durdu, derin derin
soludu. Her yanını ter basmıştı, kalp atışları öyle hızlandı ki bir ne
yapacağını kestiremedi. Olduğu yerde kalakaldı. İleride gördüğü araba farlarına
yaklaşmıştı ama o tarafa gidemiyordu. Geldiği yöne doğru hızlıca koşarsa beyaz
köpeğin onu yakalamasından korkuyordu. Diğer iki köpek onu fark etmediği için o
yöne yavaşça yürümeye karar verdi. Oraya varmadan köpeklerin uzaklaşmalarını
umuyordu ki beyaz köpek havladı. Ardından diğer iki köpek dikkatlerini sesin
geldiği yöne verdiler. Adam bir beyaz köpeğe bir yukarıdaki iki köpeğe baktı,
hızlıca geldiği yöne doğru koşmaya başladı, beyaz köpeğin yanından hızla
geçerken onun da onu kovalamaya başladığını hemen fark etti. Havlama sesleri
çoğaldığına göre diğer iki köpek de ardı sıra geliyordu. Uzun süre yokuş aşağı
koştuktan sonra köpeklerin peşini bıraktığını fark etti. Yeniden bir duvar
dibine sığınarak yürümeyi düşündüğü anda, sağında sokak lambalarının etrafı
aydınlattığı bir sokak gördü. Hemen oraya girdi, içi biraz ferahlamıştı. Biraz
daha yürüdüğünde karşıdan gelenler olduğunu fark etti. Gülerek geliyorlardı. Üç
adamdı gelen. Yanında geçip gittiler, arkasına dönüp baktığında köpeklerden
kaçtığı yokuşa doğru yürüdüklerini fark etti. Adamları iyice uzaklaşana kadar
izledi. Beyaz köpeğin yanından geçerlerken gülmeye devam ediyorlardı. Beyaz
köpek onlarla hiç ilgilenmemişti. Yolda yürümeyi sürdürdü yanından geçen birkaç
kişi daha oldu. Artık kendini daha güvende hissediyordu. Biraz daha yürüdüğünde
işlek bir caddede buldu kendini, çok rahatlamıştı. Her tarafta insanlar vardı.
Az evvel yaşadığı korkuyu abarttığını düşündü. Karşıdan kalabalık genç bir grup
geliyordu. Aralarında, sevgilisinin koluna girmiş zor yürüyen sarhoş bir kızı
görmüştü. Yanından geçerken adamın yüzüne dikkatlice bakmıştı. Adam ilerledikçe
kalabalık artıyordu sanki. Yol giderek genişliyordu. Etrafındaki insanlara
bakarak yürürken karşıdan sallanarak elen bir sarhoş adamı fark etti. Üzerine
doğru yalpalayarak geliyor gibiydi. Kenara çekilip sarhoş adamın geçip
gitmesini bekledi. Sarhoş adam gelip tam önünde durdu. Kolunu tutup bir şeyler
söylemeye çalıştı, adam silkindi sarhoştan kurtulup yürümek istiyordu. Sarhoş
adam bir türlü onu bırakmıyordu. Adam onu itiyor, ondan kurtulmaya çalışıyordu.
Sarhoş adamın yüzü öyle çirkindi ki… ağzından salyalar akıyordu ve bir yandan
konuşmaya çalışıyordu. Adamın ruhu daralmıştı, bir türlü kurtulamıyordu. İleri
adım attıkça, sarhoş adam daha kuvvetlice onu durdurmaya çalışıyordu. Şimdi
yerde ayaklarını tutuyordu. Yolda yürürken ayağına takılan ve bir türlü çıkmayan
bir poşet gibiydi adeta. Sarhoş adam yerden kalkıp adamın o çirkin sallayalı
ağzıyla öpmeye çalıştı. Adam bütün gücüyle sarhoşun yüzünü yumruklamaya
başladı. Hiç durmadan ardı ardına vuruyordu. Yüzü kanlar içinde kalmıştı sarhoş
adamın. Adam hıncını alamıyordu, uyanmıştı ama hala yastığı yumrukluyordu…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)